Yoksa rövanş mı?
Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de günlerden 5 Şubat'tı. Bursa olaylarını İzmir'de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet'e bir mesaj mı vermek istiyorlardı? Atatürk'ün olayın üzerine hızla gitmesinin sebebi buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa'ya çağırtmış, devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu.
İsmet Paşa Eskişehir'de ayrıldıktan sonra, kızgınlığı hâlâ geçmediği için, beraberindekilere yakınmaya devam etti:
"Bir devrim yapıyoruz, oyun mu oynuyoruz? Toplumu bir yerden bir yere taşımak istiyoruz, yasalar çıkarıyoruz, gericiler karşı çıkıyor... Hakimi, polisi, savcısı seyrediyor. Benden ne yapmamı istiyorsunuz, oturup beklememi mi?"...
Orada bulunan gazetecilerden ve tarihçi Nizamettin Nazif Tepedelen, ilerde o günleri işte böyle anlatacak ve ekleyecek:
"Öylesine kabına sığmaz bir hali vardı ki, makiniste haber gönderdi:"
-Niye böyle yavaş gidiyoruz, daha hızlı, daha hızlı!...'
Sabah saat 05.00'te Bilecik'e geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30'da olay mahalline, hızla Bursa'ya gelindi. (Önder, 1998). Doğru Vilayet'e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet'e hesap sorarcasına vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Bu kabul edilebilir değildi.
Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa'ya geldiler. Yapılan incelemeler sonucunda, olayda ihmali görülen Savcı Sakıp Bey, Sulh Ceza Hakimi Hasan Bey ve Bursa Müftüsü Nurettin Bey görevden alındı ve 15 kişi tutuklandı..
Aynı gün Anadolu Ajansı'na resmî demecini verdi:
Resmî Demeç...
"...Bursa'ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Herhalde mürteciler Cumhuriyet Adliyesi'nin pençesinden kurtulamayacaktır. Olaya dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dinî siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır." (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933), (Ülker,2008)
O gün akşam Gülcemal Vapuru'yla İstanbul'a dönecekti. Hareket saati 19.30'du, fazla vakti yoktu ama gene de Çekirge Köşkü'nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Bu, her zamanki bildik ziyafetlerden değildi. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydılar. Aslında o gün biri Belediye Meclisi'nde olmak üzere iki yerde daha konuştu. Söyledikleri birbirini tamamlıyordu. İrticaya karşı uyanık olunmalıydı. Bu konuda gençliğe çok iş düşüyordu. Devrime sahip çıkma hususunda her şeyi hükümetten ve idareden beklemek olmazdı.
Çekirge'deki salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak'tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey. Vali Fatin Bey, Belediye Başkanı Muhittin Bey.
(Şahingiray, Nöbet Defteri, 1955).
Daha sonraki gelişmelerden öğreniyoruz ki, Bursalı gazeteciler, Rıza Ruşen Yücer, Musa Ataş, heyetle beraber olan gazeteci Nizamettin Nazif Tepedelenli de oradadırlar. Atatürk'ün Yaveri Cevdet Tolgay da olaya tanık olanlardandır. Atatürk'ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak sofrada değil, yan odada işiyle meşguldür. Atatürk'ün burada yaptığı konuşmayı aynı gün Yaver Cevdet Tolgay'dan dinleyecek ve bunu ilerde Falih Rıfkı Atay'a anlatacaktır.( Bu tanıklar konusuna tekrar döneceğiz).
Seyahatin başında ve İzmir'e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon'da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya'dan gelen İsmet Paşa heyete katılmış, Eskişehir'de de O Ankara'ya gitmek üzere ayrılmıştır. (Bazı kayıtlarda Bursa'ya geldiği yazılıdır.) Ayrıca Bursa'ya bugün gelen vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşek de elbette masadadırlar.
Konuşulan konu günün konusudur: İrtica ve devrimler.
Gençlerden biri...
Gençlerden biri "...Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü..."demeye kalmadı, olanlar oldu... Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan "Bursa Nutku" olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi:
"Bursa Gençliği de ne demek? Memlekette parça parça, yer yer gençlik yoktur! Sadece ve toplu olarak Türk Gençliği vardır. Türk Genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılapları benimsemiştir..."
Sofrada soluk alınmıyordu. Herkes pürdikkat Atatürk'ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet'in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanabilirdi ve işte ancak gençliğe duyduğu bu güven O'nu rahatlatabilirdi. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu. (Ülker, 2008).
Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: "... Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine "çek veren", gençliği böylesine "son çare" olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır." (Kışlalı).
Sofrada not alınmadı...
Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden "Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri" arasında yoktur ve basına da verilmemiştir. Ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk'ün sofrasında İsmet Paşa'nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı. Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi. Nelerin basına verilip topluma aktarılacağı veya aktarılmayıp sofrada kalacağının takipçiliğini de İçişleri Bakanı (aynı zamanda Parti Genel Sekreteri) Şükrü Kaya yapardı.
Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda'nın da, Şefgarson İbrahim'in de gözü Atatürk'te olurdu.
"-İçki servisi yapılsın..." talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı.
Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk'ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa'nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima" hocam" diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu Genelkurmay Başkanı'na özel saygı, Atatürk'ün yaşam biçimiydi ve tek bir istisnası olmaksızın yaşamı boyunca da bu saygıyı hep gösterdi. (Granda, 1973).
Genelkurmay Başkanı'na Saygı...
Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı, Atatürk ise cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı, devletin başı. Uzun yıllar boyunca da İnönü başbakan. Genelkurmay Başkanı, anayasal bir kurumun başkanı olarak hep onlara bağlıydı. Tıpkı bugünkü gibi. Ama aralarındaki ilişkinin düzeyi işte bu düzeydeydi ve benzer düzeyi bütün başbakanlar gözetmek durumunda olmuşlardı. Bugüne kadarki hiçbir başbakan Genelkurmay Başkanı'nı kendisine bağlı sıradan bir askerî bürokrat gözüyle görmemiştir. Çünkü onların hepsi Atatürk'ün "rahle-i tedrisi"nden (eğitiminden) geçmişlerdi. Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kol kola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında, Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya "sivil yönetim" ve "demokrasi" gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya!...İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu işte o zaman bir kez daha anlıyor.
Tarih o nedenle her bakanı, her başbakanı hatta her cumhurbaşkanını "devlet adamı" olarak kaydetmiyor. Kimine diktatör diyor, kimine hırsız. Kuzey Afrika'daki son dönem olaylarına bakalım. Her birinin başında bir devlet başkanı vardı ama hangisine devlet adamı denebilir ki?
Ama Atatürk öyle mi ya? Birleşmiş Milletlerin kültür kolu Unesco, 1981 yılını "Atatürk Yılı" olarak ilan ederken, kaleme alınan gerekçede Atatürk'ün 20.yüzyılın en seçkin devlet adamı olduğunu örnekleriyle belirtiyordu. Üstelik öneride bulunan 11 ülkenin birinci sırasında Yunanistan, ikinci sırasında da Sovyetler Birliği yer alıyordu. Atatürk kendisini böylesine dosta-düşmana sevdirmiş, saydırmıştı.
Biz sofraya dönelim:
Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yerlere gönderilirdi. Anadolu Ajansı'na verdiği demeçler böyledir. Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan onlara söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rıfkı (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır. (Atay, 1973).
Gerçi Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi'nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcıdır ve bu makalelerde daha çok bizzat hükümeti yani İnönü'yü eleştirmektedir ama bu tavır, Fransa'ya karşı "özellikle" sürdürdüğü bir taktiktir. (Soyak, 1973).
Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye. Ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur.
Dr. ORHAN ÇEKİÇ
13 Mayıs 2013
Bursa Nutku I Bursa Nutku III Bursa Nutku IV
