ÂŞIK VEYSEL

ÜÇYÜZONDA GELMİŞ İDİM CİHANA

Sivas’ın Şarkışla ilçesinin yüzü aşkın köyü vardır. Bu köylerden biri de Sivralandır. Elli yıl öncesine kadar Şarkışlanın böyle bir köyü olduğunu yalnız Sivralanlılar, Sivralana yakın köylüler ve Şarkışlanın bir kaç esnafı biliyordu...

Bir köy merası vardır Sivralanda. Adı Ayıpınarı. Tarih üç yüz onda, bir güz gününde, Gülizar adlı bir köy kadını Ayıpınarındaki ağıllara koyun sağmaya gidiyordu. Göbeği burnundaydı kadının. Kaç zamandır sancıları başlamış, dinmek da bilmiyordu. Sancıları var diye, bunca işi bir yana koyup yatağında doğumu bekllyemezdl ya...

Hoş istese de kim bırakır, görülmüş töre mi köyde kadın kısmının kuzulayacağım diye puf yataklarda keyif çatması. Kayın var, kaynata var, elti var kaşlarını çatan, söz atan. Ele güne karşı olur mu?. Göbeği çatlıyayazdı Gülizar kadının. Bir kuytuya dar attı kendini. Hemi de oğlan doğurmuştu. Göbeğini kendi eliyle kesti oğlanın, sonra önlüğüne sardı sarmaladı, evin yolunu tuttu. Oğlanın adını Veysel koydular...

Aylar geçti, yıllar devrildi, Veysel yedi yaşına geldi. O da tüm köy çocuklan gibi Beserek Dağının eteklerinde kaz güderek, tarladaki babasına, anasına azık taşıyarak büyümüştü. «Hele şu oğlan yetişsin, sabahın sapndan tutsun belki o zaman azıcık ırahatlanz» diyordu Şatıroğullarından Karaca Ahmet.

Veysel yedi yaşında, babası büyümesini bekleye dursun... Bir kırandır girer Anadoluya, «çiçek» denen bir kıran, kasıp kavurur Anadolu’yu. Tutulmayan kalmaz. Ve küçük Veysellerin evine de girer bu kıran, alır götürür çocuğun gözlerini. Artık adı Veysel değil, kör Veyseldir. Kâğıt kalem kara yazmıştır yazıyı, kader böyledir, çiçek bahane...

KÖR VEYSEL

Şarkışla'da insanların adı vardır ama yalnızca adlarıyla anılmazlar, bir de takma ad yakıştırılır yanına, Hanımınoğlu Yusuf, Deliguşçulardan Nazik, Zırıl Osman gibi. Veysele de ardından kör Veysel denir. Bazen yüzüne karşı da Köroğlan deyip şakalaşırlar. Bozkır üstünde kurulmuş, toprağı verimsiz, kıraç bir kasabadır Şarkışla. Evleri topraktır. Toprak damların bacalarından gelen isli bir tezek kokusu doldurur genzi.

Akşamları sığır, otlaktan dönünce kadını, kızı hayvanların peşinde koşup dışkı toplar. Bazen saç saça, baş başa blribirlerine girdikleri olur dışkıyı sen alacaksın, ben alacağım diye... Bire ikiyi zor veren bu kıraç topraklar halk ozanı yönünden alabildiğine zengindir. Âşık Sadık, Âşık Veli, Sedari, Âşık Hüseyinler, Talibi Coşkun, Ali İzzet, Feryadi, Devrani, Sefil Selimi bu toprağın yetiştirdiği ozanlardır.

Bir Ömer vardır Şarkışlalı, Akkadının oğlu Ömer, hareket memuru, bize de akraba düşer uzaktan. Sanırım lisenin ikinci sınıfındaydım. Veysel’i ilk gördüğüm gün bu Ömer de vardı yanımızda. Memurlar kulübündeydik. Hem içiyor, hem söylüyordu âşık. Ömer iki de bir türkü istiyordu. Bir ara kızar gibi Veysel’e

«Sen de kendini âşık mı sanıyorsun kör Veysel, niceleri var senden iyi söyleyen, senden iyi çalıp çağıran» dedi. Bir tuhaf olmuştum. Türkülerini içer gibi dinlediğim, şiirlerini ezberlediğim ozana bu adam kör Veysel diyordu. Akkadının oğluna dikildim. Hep güldü oradakiler, Veysel de güldü. Âşıkla «Köroğlan» diye şakalaştıklarını, Veysel’in kör sözüne kızmadığını, hattâ esprilerinin çoğunu körlüğü üstüne yaptığını sonraları öğrendim.

Devri yıllarda sık sık bulundum âşıkla. Bir kezinde ilk karşılaştığımız anı ve Akkadının oğluna kızdığımı anlattım. Âşık da buna benzer bir başka olayı nakletti: İstanbul Spor ve Sergi Sarayında bir Âşık Veysel jübilesi yapılmış. Bir şiir okumuş bu jübilede Behçet Kemal. Şiirin bir mısraında «Dünyayı bu kör kadar gören var mıdır?» diyormuş. Türkçeyi yeni öğrenen bir Alman kızı sezememiş mısranın gerçek anlamını, koşmuş yapışmış Behçet Kemal’in yakasına, kör sensin, kör sensln, kör diyemezsin diye bağırmış.

Kentlerdeki dostları, tanıdıklan ise Âşık’ı bazen Veysel, bazen Âşık, bazen Şatıroğlu, bazen de Veysel efendi diye çağırırlar, nedense kimse Veysel bey demez.

Veysel’in Sivrialandakl adı ise Veysel Emmi, ama genellikle Âşık Babadır. Torunları Âşık Dede derler ona.

SİVRALANDA

Âşık'ın büyük oğlu Ahmet karşıladı beni Şarkışlada. Bir cipe binip tuttuk Sivralanın yolunu. İl yolunu izledik bir süre, sonra köy yoluna girdi cip. Ahmet yakınıyordu:

"— Köyümüzün yolu kötü, kışını geçit vermiyor. Ne biz Şargışlaya inebilirik gışın, ne Şargışlalılar köye çıkabilir, şu yolumuz da yapılsaydı bir sıkıntımız galmazdı."

Ortaköyü, Höyük’ü geçtik Ahmet, "Sivralan topraklarına girdik şimdi" dedi.

Aracın homurtularını işitmiyordum artık. Usum Âşık’ın şiirlerindeydi, mısralar gelişigüzel dilime geliyordu:

"Arzusunu çektiğim Beserek Dağı
Elvan elvan çiçeklerin açtı mı
Çevre yanın güzellerin otağı
Bizim eller yaylasına göçtü mü."

(.....)

Cip güçlükle geçiyor evlerin arasından. Hattâ geçit olmadığından âşıkın kapısının önüne dek varamadık, yakın bir yerde indik arabadan. Âşık evin sol yanındaki küçük bostandan çıkıyordu, cipin sesini duymuştu. Âşık’ın evi tek katlı, büyücek bir yapı, ilkokula benziyor. Ortası boydan boya sofa, sofanın iki yanında karşılıklı ikişer oda, evin iç düzeni daha çok Ankara’daki gecekonduları andırıyor.

Sol yandaki büyük odaya geçtik. Odanın iki kıyısı boyunca (L) biçiminde iki sedir var, duvarlarda Şarkışla kilimleri köşe yastıklarının üstünde ise küçük halılar. Bağdaş kurup oturduk minderlere, Ankara’daki tanıdıklarını sordu âşık. Sohbet başladı.

— İyisin ya şükür.

— İyiyim Âşık, sağolasın, sen nasılsın.

— Hamdolsun, zararım yok, şu ağrılar da olmasa, daha iyi olacam ya.

— Ne ağrıları.

— Romatizma.

— Sıcak tutacaksın.

— Eyle, sıcak da tutuyom emme. canım bırak şimdi, ağrılar batsın, sen acıkmışındır, yoldan geldin, sofranı hazırlasınlar, ırakıyı da sevmezsin hemi...

— Yok âşık, henüz acıkmadım, acıkınca söylerim.

Tek tek doldurmaya başladı odayı köylüler. Köylerde âdettir. Kentten ya da kasabadan bir konuk gelince mutlak yanına varıp şöyle bir elini sıkıp konuştuklarını dinleyeceklerdir. Nedense kentlilerin köy gerçeklerinden uzak söylevlerini dinlemekten hâlâ usanmamışlardır. Karnım tok dediğime pişman olmuştum, Sivralanın temiz havasından mıdır, ülserden midir, midem kazınmaya başladı:

— Haklıymışsın Âşık, Sivralanın havası iştahımı açtı benim, midem kazınmaya, ağzım kurumaya başladı.

Sofra kuruldu. Rakılar açıldı. Ahmet yemeğini yedirmek, bardağını doldurmak için babasının yanında yerini aldı. Altı çocuğu var Âşık’ın. ikisi erkek, dördü kız. Çocukların beşi evli, küçük kız bekâr. En büyükleri Ahmet, ikinci oğlunun adı Rahmi, çevre bir köyde öğretmen vekilliği yapıyor. Okullar tatil olduğundan Rahmi de Sivralandaydı. Çocukların altısı da ikinci karısı Gülizar Anadan. Ahmet Âşık’a yemeğini yediriyor ama rakı kadehini doldurmaya pek yanaşmıyordu. Âşık da takılıyordu Ahmed’e:

«N’örüyon Ahmed, uyuyon mu, Kerbelâda mıyız, öldürecen beni susuzluktan.»

Çarnaçar kadehi yeniden dolduruyordu Ahmet. Kadehler, şişeler dolup boşalıyordu. Âşık:

«— Yahu getirin şu sazı da biraz gulaklarını bükek, döşünü tırmalıyak» dedi.

Saza, kendi sesine göre mırıldanarak düzen verdi. Sonra sordu:

— Ne çalak?

— Ne istersen onu çal.

— Adam sen bana bakma, ben hepisini de çalmak isterim.

Âdetidir Aşık'ın. Kendi istediklerini değil, hep başkalarının istediklerini çalar.



DALLAR ÇİÇEK AÇAR, VEYSEL DERT AÇAR...

Şiirleri olsun, türküleri olsun, insan, anılarıyla daha çok seviyor galiba. Aşık’a,

«Anlatmam derdimi dertsiz insana» mısraıyla başlayan şiirini dinlemek istediğimi söyledim. Titreyen elleriyle çalmaya başladı:

«Anlatmam derdimi dertsiz insana
Derd çekmeyen derd kıymetin bilemez
Derdim bana derman imiş bilmedim
Hiç bir zaman gül dikensiz olamaz.»

(.....)

Türkü onüç yıl ötelere götürdü beni, onüç yıl gerilere. Samsun Öğrenci Derneği olarak bir şiir gecesi düzenlemeye karar vermiştik Samsunda. O zamanlar toplumsal sorunları bilmezdik. Üniversite öğrenci dernekleri balolar, şiir geceleri düzenlerdi bol bol. Aşık Veysel, Halide Nusret, Bekir Sıtkı, Osman Atillâ ve daha birkaç ozanı Samsuna götürmek gerekiyordu. Mevsim kıştı. Halide Nusret, yaşlı ve rahatsız olduğunu, otobüsle gidemeyeceğini söyledi. Taksi tutmak gerekiyordu Halide Nusret için.

Aşık Veysel ve diğer ozanlar sabah otobüsle hareket ettiler Samsuna, öğleden sonra ise Halide Nusret ve Jülide Gülizar'la birlikte bir taksiyle biz yola çıktık.. Samsunda arkadaşlar diğer ozanları Samsun’un en lüks oteli Vidinli’ye, Âşık Veysel ve küçük Veysel’i de herhalde eski giysilerine bakıp üçüncü sınıf bir otele yerleştirmişler. Samsun’a vardım ki, soğuk bir odada Âşık Veysel ve küçük Veysel tirtir titriyorlar. Vidinli’de ağırlanması gereken biri varsa o da ilk önce Âşık Veysel olmak gerekirdi dedim arkadaşlara ve alıp Vidinli’ye götürdüm Âşık'ı ve küçük Veysel’i.

Bu arada bastonu kaybolmuştu Veysel’in. Bastonu yitirmenin üzüntüsüyle bir şiire başlamıştı. Hatırımda iyi kalmadı ama, galiba,

«Hem elim, hem ayağım
Elimden gitti dayağım
Altmışaltı oldu çağım
N’eylerim ben şimden geri?»

gibi bir dörtlük yazılmıştı, ya da o anda bulmuş söylemişti Âşık. Sonra baston bulundu, şiir de yazılmadan kaldı...

O geceyi düzenlemek bir hayli yormuştu beni. Her şey üstüme yıkılmıştı. Bir yandan da soğuk algınlığı, öksürük, derken, Muzaffer Tayyib’in dediği gibi, "Bir ikindi vakti durup dururken" kan ve yatak.. Bir akşam Veysel eve geldi hasta görmeye, yukardaki türküyü söyledi. Üstümdeki umutsuzluğu alıp götürmüş, beni yaşama bağlamıştı bu mısralar. Veysel bile bile mi söylemişti bu türküyü, yoksa bir rastlantı mıydı bilmem? Şu var ki ben o zamanlar Âşık’ın bu şiirini bilmezdim ve Veysel ben istemeden, kendiliğinden söylemişti türküyü.

Ahmet kalktı, yerini ben aldım ve Âşık’ı üzmeden boşaldıkça doldurdum kadehini. Bir ara sazı bıraktı Veysel. Titreyen elleriyle cebinden mendilini çıkardı, terini sildi yüzünün.

— Şiirlerini genellikle kıvançlı olduğun anlarda mı, yoksa üzgün anlarında mı yazarsın Âşık?

— Üzgün olduğum anlarda. İlk karımın çocuğumu yetim goyup gaçması, seferberlikte köyün tüm delikanlıları, erkekleri askere alınırken benim yaşlılar ve kadınlarnan köyde kalışım çok üzmüş idi beni o zaman. Şu şiiri yazdım:

«Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolum vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.»

Boşuna yazmamıştı Âşık, dallar çiçek açar, Veysel dert açar diye...

Âşığın isteği üzerine Hıdır Emmi aldı sazı. Hıdır Emmi köyün dedesi. Ama Sivralanda dedeler dedelik yapamıyor, Veysel’in kişiliği sürgün etmiş dedeliği. Hıdır Emmi çalıp söylerken Veli Dayı da yedeklik ediyor. Türküler iki kişiyle söylendiğinde esas sese katılana yedekçi deniyor.

Âşık’a ilk yedekçilik eden İbrahim’di. İlk plâklarının bazılarında Âşık İbrahim’le birlikte söyler türkülerini. Sonra İbrahim öldü, yerini bir başkası aldı aynı köyden. Ama onun da adı Veysel. İki Veysel karışmasın diye de yedekçi Veysel’in adı küçük Veysel yapıldı. Orta boylu, esmer, tıknazcaydı küçük Veysel. Uzun yıllar çocuğu gibi baktı Veysel’e. Yemeğini yedirdi, kadehini doldurdu. terini sildi. Yıllarca birlikte dolandılar kent kent, kasaba kasaba, köy köy.

Bir gün küçük Veysel de, Âşık’ın deyimiyle «Bilinmeyen bir dertten godu gitti» ve Ahmet aldı yerini, Âşık’ın büyük oğlu. On yıldır Ahmet’le dolaşır Âşık. Ahmet’in köyde işi varsa ya Veli Dayı, ya Hıdır Emmi alır yerini.

Hıdır Emmi coştu, Veli Dayı da. Türkü söylemediği zamanlarda ağzı hep açık duruyor Veli Dayının ve yüzünde hep meraklı, her şeye şaşan bir insanın anlatımı var. Bir yandan onları dinliyor, bir yandan sohbet ediyorum Âşıkla.

VEYSEL VE GECE

— Ne zaman yazarsın şiirlerini, gündüz mü, gece mi?

— Gece yazarım. Şundan gece yazarım: Gözlerimi yitirdiğimden benim bütün duygum kulaklarımda toplanmıştır. Geceler sessiz oluyor, daha iyi kendimi dinleyebiliyorum, daha iyi duyuyorum tabiatın sesini, daha iyi şiire veriyom kendimi.

Ne garip, ömrü karanlık içinde geçen Veysel, yine de kendi karanlığını seviyor, gece yazıyordu şiirlerini.

— Kendi kendine zamanı tahmin edebilir misin?

— Ederim, tâbi 5 dakika, 10 dakika yanlışlıklar olabiliyor.

— Peki şimdi saat kaç olabilir Âşık?

— Onbirbuçuk felan var.

— Saat oniki ama.

— Şimdi gürültü olduğundan, çalıp çağırdığımızdan izlemedim vakti. Yoksa sessizlikde olsa heç şaşmam.

İKİ DÜNYA

İki dünyası vardır Veysel'in. Biri somut dünyadır, ağacıyla, toprağıyla, taşıyla, suyuyla, ekmeğiyle. Türkiye’nin kırk kadar ilini gezmiş, dolaşmıştır Âşık. Ama Sivralandır Veysel’in somut dünyası. Beserek Dağıyla, Güldedesiyle, Karataşıyla Sivralan, yayla zamanında koyunun kuzuya katıştığı, dağlarında mor menevşe, güllerin açtığı çayırında madımak, bostanında soğan sarmısak biten Sivralan. Veysel gurbettedir, beş-on kuruşu bir araya getirmek, muhannete muhtaç olmamak için. Sılada Gülizar kadını, sılada çoluk çocuğu bırakmıştır. Yaz gelmiş, yayla zamanı da gelmiş üstelik, Sivralan’dan mektup salmış Ahmedin anası:

«Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan
Gözletme yollan gel deyi yazmış
Sivralan köyünden bizim diyardan
Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış.»

(.....)

Çiçekler, allı, yeşilli, sarılı, morlu renkler halay çeken kızlar gibi kol kola vermiştir Veysel’in şiirlerinde, kişi bir renk cümbüşü içinde yüzer. Oysa yedi yaşında gözlerini yitiren ozanın belleğinde sadece iki renk kalmıştır. Biri kırmızı. Babası nüfus kâğıdını yeni çıkarmıştır. Küçük Veysel’in ilgisini nüfus kâğıdının üstündeki kırmızı renk çekmiştir. Diğer renk karadır. Karayı kömürden hatırlar. Diğer tüm renklerin üstünden geçmiş, silmiş süpürmüş yıllar.

İkinci Dünya soyut dünyadır, karanlık dünya. Bu dünyada;

«Göz ile görülmez duyulan sesler...
Şekilsiz, gölgesiz canlar, nefesler.»

Ozanın sanatında ve kişiliğinde daha ağır basmaktadır bu karanlık dünya. Bir yandan Bektaşî kültürünün etkisi, bir yandan gözlerini yitirmesiyle içe dönüşü onu mistikliğe, tasavvufa götürmüştür.

«Her nereye baksam onu görüyom
Aynaya bakarsam beni görüyom
Yayılmış damarda kanı görüyom
Yerleşmiş cesette gizli sır bende.»

Bu iki dünya arasında gidip gidip gelmektedir Veysel. Gidiyorum gündüz gece şiirinde iki dünya bir araya gelmiştir:

«Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda,
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece.»

Karanlık dünyasından memnundur Veysel. Bu dünyanın değiştirilmesini istemez, Nitekim Göz Bankası, kurulduğunda Âşık’ın gözlerini açmak istemiş, ama kabul etmemiş bu teklifi Veysel. Hattâ bir de şiir yazmış bu olay üstüne:

«Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim, ziynetim bana kâfidir
Görenler dar görür geniştir bana
Sohbetim, ülfetim bana kâfidir.»

Veysel’in kendi dünyası dar mıdır, geniş midir? Halk şiirimizin taşlama ustalarından Talibi Coşkun, bir gün bana; «Veysel’in gözlerinin görmemesi büyük eksiklik, tasavvufa gömülmüş bu yüzden, Dünyanın güzelliklerini tanısaydı daha başka yazardı şiirlerini» demişti. Veysel’e de sorarsan Talibi «şehvetperest».

Veysel karanlık dünyasına çok şey borçlu olduğunu, gözleri görseydi bir Âşık Veysel olamayacağını sanır. Karanlık dünya mistikliğin yanı sıra bireyciliğe de itmiştir ozanı. Bireysel olayların etkisiyle yazar şiirlerini: İlk karısının kaçması, askere alınmaması, sıla özlemi, bostanını su basması, parasının çalınması, ormancıların baltasını alması gibi...



TANIŞTIĞIM ŞAİRLERİMİZ

İyice kararmıştı ortalık. Lüks yakıldı. Veli Dayı, Hıdır Emmi, Ali (Âşıkın yiğeni) ve birkaç köylü girdi odaya. Birazdan Veysel de gelip sedirin köşesindeki yerini aldı. Sofra kuruldu. Nedense Âşıkla oturduğumuzda zamanımızın çoğu hep böyle sofralarda geçmişti. Piposunu yaktı Veysel. Tütünü de Almanya'dan gelme. Veysel genellikle pipo içer. Arada sigara da yaktığı olur.

İçkili masalarda âdettir. Bir iki kadeh atıp da kafalar dumanlanınca kimse kimseyi dinlemez, herkes biribiriyle konuşur, yani konuşmalar ikilidir. Daha çok konuşmak için konuşulur, karşısındakinin konuştuğu da aslında pek dinlenmez, hıı, hı diye kafa sallanır ve sözü münasip bir yerden kapmak için fırsat kollanır. İşte yine böyle bir havaya girmişti masa. Ziraatçı Emin beyle, Hıdır Emmi Veli Dayıyla, ben de Âşıkla konuşuyordum.

— Tanıştığım sanatçılar mı? Orhan Veli, Sait Faik, Bedri Rahmi, Ahmet Kutsi, Behçet Kemal, Neyzen Tevfik.. bazılarıynan tanıştım emme şimdi bulamıyorum adlarını hepisinin. Benim tanınmamda özellikle Ahmet Kutsi'nin büyük payı var...

İlk plâğa okuduğum türküler "Mecnunum Leylâmı Gördüm", "Bülbül", "Çiçeklerin Dili". İlk yazdığım şiir de Cumhuriyetin onuncu yıldönümüyle ilgili bir şiirdi.

— Şu adları duydun mu Âşık: İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan?

— Yok, kim ki bunlar, tanışmış mıyık?

Âşık sazını istedi. "Güzelliğin on par’etmez". "Sazıma" türkülerini söyledi. Yine terlemeye başladı. Yormak istemedik Âşık’ı. Bahri pikaba Âşıktan bir plâk koydu. Bir gülümseme yayıldı yüzüne Veysel'in. Âşık gülerken çenesi hafifçe uzuyordu. Kendi türkülerini plâktan, radyodan kendi sesiyle olsun, başkalarının sesinden olsun dinlemeyi sever.

ÂŞIK'IN ESPRİLERİ

Konuşurken sık sık espriler yapar Veysel. Bir kitap dolduracak kadar çoktur bu espriler. Şu an aklıma gelen bazıları:

Ankaradaydık, özlemiştir diye Şarkışlanın ünlü bulgur köftesini yaptırdım. Yemeğini kendisi yiyordu. Kaşığı daldırdı. Üç köfte gelmişti kaşığına. Kaşığı ağzına götürdü, "kör gibi üç köfteyi birden almışım" dedi.

Ankarada, Cebecide Mantar Ahmet'in lokantasında içiyorduk. Âşık piposunu çıkardı. Mustafa adlı bir arkadaş yaktı pipoyu, sonra da sordu Âşıka:

— Yandı mı Âşık?

Cevap verdi Veysel:

— Bana ne soruyon, burnumun ucunu dağetle (denetle), duman çıkıyorsa anla ki yandı.

Âşık İstanbul'a gittiğinde, Sirkecide, çıkmaz sokaktaki bir otelde kalır hep. Âşığın İstanbulda olduğunu duyduk. Sanatsever bir kız arkadaşla arayıp bulduk Âşık’ı. Yanımızda fotoğraf makinası da vardı, bir hâtıra resmı çektirmek istedik. Âşık bir yandan poz veriyor, bir yandan da;

— İyi çekin ha, net çıkmazsa kabul etmem fotoğrafı diyordu.

Sivrialanda Âşık’ın kitabındaki yanlışlıkları düzelttim. Ben okuyorum, Âşık dinliyor ve gerekli düzeltmeleri yaptırıyordu. Kitap bitti. İşin resmiyet kazanması için üstüne yanlışlar Âşık tarafından düzelttirilmiştir kaydını koydum ve Âşıktan cümlenin altına mührünü basmasını istedim. Mührü bana verdi, ardından da ekledi:

— Mührü eline aldın, şimdi sultan sensin, aman bizi borçlanıp morçlandırma.

Âşık’ın masalarda sık sık tekrarladığı bir espri de şu:

— Biz yedik içtik, saz acından ölüyor.

DİVANDAKİ YANLIŞLAR

Âşık Veysel’in şiirleri «Aşık Veysel, Hayatı ve Şiirleri» adlı bir kitapta toplanmıştır. İstanbul Maarif Kütüphanesinin yayını olan bu kitabın bittikçe yeni baskıları yapılır ve böylece de yanlışlar baskıdan baskıya geçerek sürer gider. Kitapta bir hayli yanlış vardır. Bu yanlışlıkların bazıları harf fazlalıkları ya da eksiklikleri şeklindedir. Ama öyle yanlışlıklar da vardır ki mısraın, bazan tüm şiirin anlamını değiştirir.

Örneğin, «Ben bir çoban olsam, sen de bir koyun. Beslesem elimde tuz ile seni» mısralarının doğrusu, «Ben bir çoban olsam, sen de bir koyun. Seslesem elime tuz ile seni» dir. Görüldüğü gibi arada büyük anlam ayırımı var. Yine bunun gibi; taşların kaşların, mecaz Hicaz, döğüşe dur işe, boşlar hoşlar, külü küllü, almak ahmak, derinden derdinden, dışarı taşraya, aldattı ağlattı, şeklinde basılmıştı.

Maarif Kütüphanesi kendiliğinden bazı dörtlükleri de çıkarmıştı şiirlerden, örneğin «Allah Birdir» şiirindeki

«Yezit nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi»

ve

«Bu âlemi yaradan bir
Odur külli şeye kadir
Alevî Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası.»,

Atatürk’e Ağıt şiirindeki

«İskenderin Zülkarneyin
Çalışmadı buncaleyin
Her millet Atatürk deyin
Cemiyet Akvam ağladı.

Bu ne kuvvet bu ne kudret
Varidi bunda bir hikmet
Bütün Türkler İnön' İsmet.
Gözlerinden kan ağladı»

dörtlükleri yayımcı tarafından bilmem neden çıkarılmıştı.

Ve yayımcı şu çok güzel şiiri ise bütünüyle koymamış:

«Bu âlemi gören sensin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burda senin.

Kâinatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar’attın
Cömertliğin nerde senin.

Evli misin, ergen misin
Eşin yoktur bir sen misin
Çarkı sema nur sen misin
Bu balkıyan nur da senin.

Kilisede despot keşiş
İsa Allahın (*) oğlu demiş
Meryem Ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin.

Kimden korktun da gizlendin
Çok arandın çok izlendin
Göster yüzün çok nazlandın
Yüzün mahrem ferde senin.

Binbir ismin bir cismin var
Oğlun kızın ne hısmın var
Her bir ¡renkte resmin var
Nerde baksam orda senin.

Türlü türlü dillerin var
Ne acayip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin.

Âdemi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin.

Veysel niden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acayip sır da senin.»

(*) "İs' Allahın" şeklinde.



VEYSEL, ÖLÜMDEN KORKMUYOR

Sivralan’da insan az da uyusa uykusunu alıyor. Soğuk su, temiz hava. Ankara’nın kirli havasıyla uyuşan ciğerlerimi bol bol Sivralanın temiz havasıyla dolduruyordum... Kahvaltıdan sonra Âşıkla, köydeki Âşık Veysel Çeşmesi’ni görmeye gittik. Çeşmeyi YSE yaptırmış. Üstünde Âşık Veysel Çeşmesi yazıyor. Çeşmenin ön yüzü kabartma saz biçiminde. Çeşmenin ardında köyün okulu. Okul bir bahçe içinde...

Birden iki Amerikalı belirdi yanımızda, okulda yatıp kalkıyorlarmış, folklor araştırmasına gelmişler, bir de Alman profesör varmış yanlarında, Sivas’a gitmiş birkaç günlüğüne. Kendilerine Türkçe adlar koymuş Amerikalılar, birinin adı Yusuf, ötekinin Hasan. Yusuf fiyaka olsun diye şipşak makinasıyla bir fotoğrafımızı çekip hemen bize verdi, dönüşte de Aşığın evine dek izledi bizi. Yusuf’a sordum:

— Âşığın fotoğrafları var mı sizde, çektiniz mi daha önce?

— Hayır.

— Sesini aldınız mı teype?

— Hayır.

— Siz folklor araştırması yapmıyor musunuz burda?

— Evet yapıyoruz.

Bu nasıl folklor araştırmasıydı... Sonradan köylülerle konuşunca folklor araştırmasının ne türden olduğu çıktı ortaya. Amerikan dostlarımız, köylülerin daha çok hayvan sayısıyla, oda sayısıyla, gelir durumuyla ilgileniyor. Amerikalı Barış Gönüllüleri devletin okuluna yerleşmiş, bir aydır folklor adı altında çatır çatır sosyal araştırma yapıyor... 250 evli, 1965 nüfus sayımına göre 1009 nüfuslu büyücek bir köy Sivralan. Tümüyle Alevi, okuma yazma bilenlerin sayısı ise 1965 istatistiklerine göre 199. Benim bildiğim bu kadar, daha fazlasını öğrenmek için Yusuf’un notlarına bakmak gerek...

VEYSEL’İN ÖNCÜLERİ

Rıza Tevfik «Hak vergisidir o kaabiliyyet bizde. Şairlik o imtiyaz-ı müstesnadır» diyor. Ozanlık bir ayrıcalıktır ama mısralar da gökten meleklerin kanadında inmez. Gözlerinin görmemesi nedeniyle uzun, yıllar Sivralan ve çevresindeki köylerden uzaklaşamayan Âşık Veysel’i hazırlayan ozanlar da Aşık Sadık, Âşık Veli, Âşık Hüseyin gibi Sivralanın çevresindeki köylerde yetişmiş ozanlardır. Nitekim Veysel kendi türkülerinin dışında Âşık Veli, Âşık Hüseyin, (1), özellikle de Âşık Sadık’tan türküler okur.

Âşığın Türkiye’yi dolaşması daha sonraki yıllara, tanınmasından sonraki yıllara raslar. Bugün Türkiye’nin kırk kadar ilini bilir Veysel. Halk ozanları ya bir ustaya çıraklık eder ustasının eşliğinde, ya da kulaktan aldığıyla yetişir. Çukurova’da kalmadan Karacaoğlan’ı tanımak ve sevmek ancak okuyanlara özgü bir olanaktır.

Veysel’e saz çalmayı öğretenler komşularından Molla Hüseyin ve babasının bostanını eken Kangal'ın Çamşıhı köyünden Ali Ağadır. Sivas ve dolaylarında hep Çamşıhı türküleri Çamşıhı ağzıyla söylenir. Ali Ağa’nın etkisi sazdan çok türkülerin avazı, ağzı üstüne olmuştur. Veysel’in şiiri üstünde etken olan ozanların saptanmasına gelince; bu, başlıbaşına bir araştırma konusudur, uzun zaman kalmak gerekir Sivralan ve çevre köylerde...

«VEYSEL GİDER, ADI KALIR»

Son yazdığı şiiri «Veysel gider adı kalır. Dostlar beni hatırlasın» mısralarıyla bitiriyordu Âşık. Kendisinden adı kalır diye sözettiğine göre, ölümsüzlüğüne inanıyordu. Kazancakis «Günaha Son Çağrı» romanında ölümsüz olanlar ölümden korkmaz diyor. Ben de Âşık’a sordum :

— Ölümden korkar mısın?

— Yoo, ne gorkacaam, ölüm benim arkadaşım, heç insan arkadaşından gorkar mı!..

Kaldığımız evi yeni yaptırmış Âşık. Aşağıda, eski evin biraz üstünde ikinci bir inşaatı daha var Veysel’in. Onun da plânı aynı. Ortada bir salon, salonun iki yanında karşılıklı iki oda. İnşaatın başında Ahmet duruyor :

— Hayırlı olsun... Siz mi oturacaksınız burda?

— Ya amcamın oğulları, ya biz... Biz malları ayırmadık, amcamlarla bizim mallarımız birdir, bahçada amcamın oğlu çalışır..

— Kaça maloldu öteki ev?

— 20.000..

— Epey sıkıntıya sokmuştur sizi?

— Eyle oldu. Eksik olmasın Aydın Bolak’ın büyük yardımını gördük. Türk Petrol babama plâk yaptırdı, 10.000 lira plâğa ödedi, babamın bir yıllık maaşını da peşin verdi.

— Hangi maaş anlamadım. Âşık devletten almıyor mu maaşını?

— 500 lira devletten. 500 lira da Türk Petrol’den maaş alıyoruz, bu 1000 lirayla geçiniyoruz hepimiz, gördüğün gibi kaç boğaz.

— Ne zamandan beri Türk Petrol maaş ödüyor Âşık’a?

— Babam için Meclis’e kanun teklifi yapılmıştı ya, bu kanun daha çıkmadan Aydın Bolak, Tahsin Banguoğlu’yla haber göndermiş, kanun çıkıncaya kadar maaşını Türk Petrol’ ödese kabul eder mi demiş, babam da kabul etti, kanunun kabulünden sonra da kesmediler parayı, hâlâ ödüyorlar..

Kanun 1965’te kabul edilmişti. Demek altı yıldır Türk Petrol, Âşığa aylık ödüyordu. Âşığın plâkları arasında Türk Petrol damgalı plâğı buldum. Mavi bir plâk. Bir yüzünde bir sevi türküsü, öteki yüzünde ise «Nasihat» şiiri. Nasihat’ı dinledim, «Eğer zengin isen paraca, malca. Yabancılar sana kardeş bacı olur» diyordu Aşık. Âşığın bunca şiiri arasından Türk Petrol’ün, yabancı bir petrol şirketinin bu şiiri seçmesi raslantı olamazdı.

İyilik etmemişti Veysel’e Aydın Bolak. Yabancı petrolün parasını Sivralan'a, bunca yıl dürüst yaşamış Âşık Veysel’in evine sokmaya hakkı yoktu Bolak’ın.

VEYSEL ŞATIR HATIRLARA DÜŞTÜ MÜ?

Gülüzar Ana’nın gözleri yaşlıydı. Gitmeseydin alışmıştık diyordu. Âşığın, Gülüzar Ananın, Veysel’in bacısı Elif Bacı’nın, Hıdır Emmi'nin, Veli Dayının ellerini öptüm. Yılmaz’la, diğer köylülerle vedalaşıp Şarkışla'nın yolunu tuttum.

Dört gece beş gün kalmıştım Sivralan’da. Köylerde ancak köylülerin yaşayabileceğini bir kez daha anladım.. Yüznumaralar açıktı ve sinekler kaynaşıyordu insan pisliklerinin üstünde, sonra bu sinekler kalkıp sofrana; yediğin ekmeğin üstüne konuyordu.

Sivralan’ın son evi de kayboldu. Âşık’ın bahçesinin önünden geçtik. Hayal bilmez ürüyasız dallar arkada kalmıştı. Ve bir dal kırılmıştı çıt diye...

(1) Burada sözü edilen Âşık Hüseyin, «Ne haldayım alâ gözün süzenler» şiirinin ozanı Hüseyin değildir.

ERDOĞAN ALKAN
Cumhuriyet, 26-29 Ağustos 1970, S. 4

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI