ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI

Hasretle çıkıyorken dağdan yokuş yukarı,
O açık alnı çekme sılanın rüzgârından!
Bak, kurtulan yurdunun taşları, toprakları,
Ayağını öpüyor yırtık çarıklarından...
Gün sönerken üstünde başaktan bir denizin,
Dönüyor evlerine düvenden gelen kızlar;
Bütün seni bekliyor gökte saklı yıldızlar,
Sevin, koçyiğit sevin, göründü köyceğizin!...
Çanta bağlı sırtını şu koca taşa yasla
Sonra zafer şarkısı çağlasın gür sesinden
Geçmişi hatırlatan çamdan oyulmuş tasla
Kana kana bir su iç sılanın çeşmesinden!
Esirgeme hemşehrim, barut sinmiş göğsünü;
Şu buğday kokan hava dolsun ciğerlerine!.
Ak saçlı anneciğin bekliyorken bu günü
Kaç kere dua için el açtı tan yerine!
Kopmuş, çolak kolunla, uzamış saçlarınla,
Al mintana damlayan şu sevinç yaşlarınla
Seni tanıyamazsa nur topu yavrun Mehmet
Mor başları dumanlı dağlar tanırlar elbet!
Gün sönerken üstünde başaktan bir denizin
Dönüyor evlerine düvenden gelen kızlar;
Bütün seni bekliyor gökte saklı yıldızlar,
Sevin, koçyiğit sevin, göründü köyceğizin...

İlk önce 1926 yılının Kasım ayında Türk Yurdu dergisinde yayımlandıktan bir yıl sonra da Hayat dergisinde çıkan ve şairinin bütün eserlerine aldığı bu şiir sanıyorum, Ömer Bedrettin Uşaklı'nın şiirlerinin çoğuna hâkim olan motifleri ve duygu tonunu taşımaktadır.

24 Şubat 1946 yılında henüz kırk iki yaşında iken ölen Ömer Bedrettin 24 Ağustos 1904 yılında doğmuştur. Yani bü şiiri yazdığında henüz yirmi iki yaşında bir öğrencidir. Doğum yeri olan Uşak, vatanımızın birçok bucağı gibi düşman işgalinin acı tecrübelerini geçirmiştir. Ömer Bedrettin bize eserlerinde bunlardan bahsetmez. Bir ara Gökbelen soyadını da kullanmış olan Ömer Bedrettin'in babası Ömer Lütfi Efendi de kendisi gibi bir devlet memurudur. Aslı Amasya'nın Karahacip köyündendir. Annesi de Uşak'ın tanınmış ailelerinden Ali Mollazadelere mensup olan Ömer Bedrettin, 1927 de Mülkiye Mektebini bitirmiş ve ilk memuriyeti olan Bursa maiyet memurluğu ile devlet hizmetine girmiştir. Bu görevinin yanı sıra, birçok devlet memuru gibi o da Türkçe öğretmenliği yapmıştır.

Daha sonraları Anadolu'da çeşitli yerlerde kaymakamlık yapan Ömer Bedrettin, babasının memuriyeti dolayısıyla buiunduğu yerlere yenilerini eklemiş, Mudanya, Manavgat, Ünye, Şavşat, Artvin ve Edremit'te bulunmuştur. Bu yerlerdeki kaymakamlık, Artvin'de vali vekilliği görevlerinden sonra mülkiye müfettişi olarak Anadolu'yu baştan başa dolaşmış, 1943'te Kütahya millet vekili olarak Meclis'e girmiştir. Kendi ifadesiyle "iyi ahlâklı bir adam” olan babası ve "çok hassas bir kadın” olan annesinin bütün iyi özelliklerini şahsında birleştirmiş olduğu, hakkındaki yazılardan anlaşılan Ömer Bedrettin, Yakacık sanatoryumunda veremden ölmüştür.

Babası ile Anadolu'da, Rumeli'de dolaşması, hattâ Suriye'ye gitmesi, hemen her memur çocuğu gibi onun da eğitimine çeşitli şehirlerdeki okullarda devam etmesine yol açmıştır. 1918'de İstanbul'a ailesi tarafından bir süre için öğrenim maksadıyla gönderilmişse de, babasınının Sivas kadılığına tayini üzerine o da Sivas'a gider. Bu yıllar Mütareke sonrası ve Millî Mücadele yıllarıdır. Uşak'ın Yunanlılar tarafından işgali üzerine orada bulunan annesi ve küçük kardeşi de, yazarın ifadesiyle "müşkilâtla kaçarak” Sivas'a gelirler.

Babasının kendisiyle meşgul olduğu ve Arapça ve Farsça öğrettiği Ömer Bedrettin'de edebiyat merakı küçük yaşlarda uyanmıştır. Kendisi bundan "Daha küçükken edebiyata karş bende bir heves başladı, şiirler ve romanlar okumayı seviyor, güzel yazmağa özeniyordum” diye bahseder. Fakat onda asıl edebiyat merakını uyandıran ona yön veren Sivas sultanisindeki edebiyat öğretmeni Kozanoğlu Cenap Muhittin olur. Bu öğretmeninden Ömer Bedrettin şöyle bahseder:

"Mektebin bütün orta ve son sınıflarında kuvvetli bir edebiyat havası yaratmıştı. Çocuklar arasında gazel, şarkı yazmak, üstat Yahya Kemal'in, hececi şairlerin şiirlerini ezbere okumak, âdeta moda olmuştu. Hakikaten şair olan bu kıymetli muallim, zaten çok temayülüm olan edebiyata beni tabiatıyla daha çok teşvik etti; ben de aruz vezni öğrendim. Bir taraftan gazeller, şarkılar, bir taraftan da hece vezniyle koşmalar yazıyor, hattâ bunları mektepte bir nüsha olarak çıkardığın mecmuada neşrediyorum.”

1923'te İstanbul'da Kabataş Lisesini bitiren Ömer Bedrettin 1924'te Mekteb-i Mülkiye'ye girer. Yüksek tahsilinin ilk yılında çok sevdiği babası ölür. Eğitimi süresince her yıl Ömer Bedrettin tatillerini annesinin yanında geçirir ve masraflarını çıkarmak için tütün tahmin memuru olarak köyleri dolaşır. Bu faaliyetinin kendisine tabiatı, köyleri ve köylüyü tanıttığı ve içindeki "şiir hevesini” canlandırdığından söz eder:

"Duygularımı köy odalarında, dağ başlarında çam ve meşe diplerinde yazmağa çalışıyordum” dediği bu yazılarını, yani şiirlerini Milli Mecmua, Türk Yurdu'nda yayımlar. Kendisine olan güveni artmıştır. Derslerine çalışırken, Fransızcaya da ağırlık verir. Fransız edebiyatı ve dünya edebiyatının belli başlı eserlerini okur, bir taraftan da yazar. Öyle ki biraz erken olmakla birlikte 1926 yılında Deniz Sarhoşları adlı ilk şiir kitabını yayımlar. Bu eserden "beni teşvik edecek kadar iyi karşılandı" diye bahseden Ömer Bedrettin bu tarihlerde çıkmaya başlayan ve bütün Türk milliyetçilerini toplayan Hayat mecmuasında şiirlerini yayımiar. Bu dergilere daha sonraları muntazaman şiir verdiği Varlık ve Ülkü dergileri de eklenecektir. Ayrıca imzasına Oluş, Muhit, Yeni Mecmua gibi dergilerde de rastlanır.

1926 da çıkan Deniz Sarhoşları 1929'da yeni baskısını yapar. "Batak- İlk Güneşleri” adı altında topladığı ve daha önce çeşitli dergilerde çıkmış olan şiirlerini de eklemiştir. 1934'te Yayla Dumanı'nı yayımlar, 1940'ta da Sarıkız Mermerleri'ni. Sarıkız Mermerleri adlı kitabında bu adı taşıyan bölümdeki şiirlerini ölen küçük kızı için yazmıştır. 1945 yılında, ölümünden az önce, bütün bu kitaplardaki şiirlerinden yaptığı bir derlemeyi yine Yaylâ Dumanı adı altında toplamış, daha önceki kitaplarının adlarını bölüm başlıkları olarak kullanmıştır. Mehmet Behçet Yazar'a gönderdiği 18 Şubat 1938 tarihli mektubunda, "yakında bir romanı" çıkacağını belirtmesine rağmen bu romanın çıktığına dair bir kayıt görmedim.

Ölümünden önce Selâhattin Batu'ya yazdığı ve ölümü başı ucunda hissettiğini anlatan son mektubunda da roman yazma arzusunu tekrar lar:

"Ölümle bu kadar haşır neşir, bu kadar yüz göz olmuş bir halde ya şayabilmek, bu kadar soğukkanlı olabilmek, bu kadar Tanrı'ya tevekkül gösterebilmek hayretinin korkunç azameti içinde, bir ümit ışığının başını bekleyip duruyor, ancak kitaplarla oyalanıyorum. Birkaç ay önce baş layıp sonra bir köşeye attığım bazı mısralarım, bazı kopuk parçalarım var ki ısrarına dayanamayıp nazsız, edasız sunayım bari. Asıl istediğim, kısmen otobiyografik sayılabilecek güzel bir roman yazmaktır ki, melun hastalığın kılıç gibi her an göğsüme dokunarak beni korkutan ateşlerinden duyduğum yılgınlıkla bunu lâyıkıyla yapamıyorum."

Ülkemizin yeni bir döneme girdiği günlerde, ilk gençliğini, önce öğrenci, sonra idareci olarak bütün Anadolu'da geçiren bu şair keşke otobiyografik romanını yazsa idi. Onun yapmayı isteyip de yapamadığı işler arasında bence, kaybına en çok yanmamız gereken nokta budur. Zira o tecrübeler, duygulu ve sorumluluğunu idrak eden bir devlet memurunun gözlemlerini bize aktaracak, ülke dertlerini daha yakından anlamamızı mümkün kılacaktı.

Mehmet Behçet Yazar'ın kitabında yer alan Ömer Bedrettin'in edebiyatımız hakkındaki görüşlerine gelince, uygulamasını bizzat kendi şiirlerinde gördüğümüz bu görüşlerle ilgili olarak şöyle demektedir:

"İslâmiyetten evvelki edebiyatımız, asil milletimizin kahramanlık maceralarını, ince duygularını, bütün saflığıyla ozanların sihirli dilinde ve kopuzların yanık telinde yaşatan hâlis bir edebiyat olmakla beraber, maalesef daha tamamen aydınlanmış değildir. Eğer bu mâşerî şiir deryasından bir destan yapılabilmiş olsaydı, muhakkaktır ki, dünyanın en kahraman ve duygulu milleti olan Türkün destanı, İliyade'ler ve Şahnemelerle ölçülemeyecek kadar yüksek olurdu.

İslâmiyetten sonraki edebiyatımız Arapça ve bilhassa Acemcenin tesiri altında, şahsiyetini kaybetmiş bir edebiyattır ki, onun bütün işlenmiş sânatına, ince ahengine ve ihtişamına rağmen, tamamen bizim felsefemiz ve şiirimiz olan tabiî ve samimî halk edebiyatını, tekke ve âşık şiirleriyle, halk türküleriyle, bu suni saray edebiyatından daha cana yakın buluyorum. Büyük şair Yunus Emre'nin ilâhi ve nefesleri ne kadar esrarlı, ne kadar tatlı ve derindir.”

Bu görüşler milli edebiyat akımının temel görüşleridir. Ömer Bedrettin, başta Yunus Emre, Seyrânî, Dertli, Vahdetî, Karacaoğlan'dan örnekler zikrederken, o tarihlerde Osmanlı döneminde olan her şeyi reddetme temayülündeki yaşıtlarından farkli davranır ve "edebiyat, devrin sanat halindeki ruhu olduğuna göre, divan edebiyatını küçük görmek, Osmanlı İmparatorluğunun ilk kuruluşundan itibaren yüksek ve mümtaz tabakadan ayrı bir halk tabakası mevcut olduğunu ve elbet edebiyatın da, asırlarca devam eden bu ikiliğin tesiri altında bulunduğunu unutmak insafsızlık olur" der ve divan şiiri ile halk şiirinin üstatlarının şiirlerindeki ortak ruhu gösterir. Yazısına halk şairleri ve divan şairlerinden örnekler vererek devam eden Ömer Bedrettin değişik ifade şekillerinin aynı ruhu ortaya koyduğunu belirtmek ister.

"Dertli'nin,

Sakıya camında nedir bu esrar,
Kıldı bir katresi mestane beni,
Şerab-ı lalinde ne keyfiyet var?
Söyletir efsane, efsane beni

diye başlayan koşmasıyla:

Tarlada biter ekin
Kaptırdım elimdekin
Derler yüzün ne solgun,
Bilmezler gönlümdekin

manisindeki şiir dolu Türk ruhu ne ise büyük Fuzulînin

Gerçi canandan dil-i şeydam için kâm isterem
Sorsa canan bilmezem kamu dil-i şeyda nedir?

beytinde de aynı Türk ruhunu sezmemek kabil değildir.

Keza Nedim'in:

Nâz-ı ab etmiş de bir fevvare resmetmiş hayal,
İşte ol sudur atılmış kametin olmuş senin

beytini vezin ve lisan itibarıyla ne kadar bize yabancı olursa olsun, bundaki ince sanatla, meselâ

Esme rüzigâr yolda yolcum var benim

diyen halk türküsünü (...) ancak Türk ruhu yaratabilir. Yalnız şunu da unutmamak lâzımdır ki halk edebiyatı daha candan ve daha tabiidir.”

Fuzuli'nin

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge,
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayri

diye tazallüm ederken, hemen aynı duyguyu halkın ruhu daha içli ve daha mertçe söyler:

Bir yaralı koçum ben
Yurdum yok ki göçem ben,
Derdim sofra değil ki,
Her yerlere açam ben.
Nolaydı yar nolaydı,
Saki bâde dolaydı,
Şu benim gönlüm için
Bir çalgı icat olaydı.

Ömer Bedrettin Tanzimat'tan sonraki yazarlardan sevdiği anlaşılan Namık Kemal ve Hamid'den sonrakiler arasında Naci'yi beğendiğini şu cümlelerle anlatır:

"Fikret'in bütün sanatkârlığına ve zamanının İstanbul'unu yaşatan kuvvetli yanlarına rağmen, edebiyatımızın muhtaç olduğu hakiki inkılâbı daha iyi sezdiğine kani bulunduğum Muallim Naci, benim ruhuma daha yakın geliyor. Fikret'in ruhunu tanımadığı Anadolu'dan, Mehmet'ten bahsederken düştüğü sahteliğe ve soğukluğa mukabil millî ruhu sezen Naci'nin:

Tepeden nasıl iniyor bakın,
Şu kızın nişanlısı şanlıdır;
Yaradan nazardan esirgesin,
Koca dağ gibi delikanlıdır.

gibi halis Türkçe ve duyularak yazılmış şiirleri ne kadar dikkate ve takdire lâyıktır."

Çoçukluğundan itibaren Anadolu'da dolaşan ve Anadolu'yu ateş çemberi içinde gören duygulu ve yumuşak bir şairin sahtelik karşısında tiksinti duymaması imkânsızdır. Anadolu'yu tanımadan, moda olduğu için Anadolu şiirleri yazanlar, bu derin konuyu, maalesef sevimsiz hale getirmişlerdir. Anadolu'ya geçerken Halide Edip, kendisine dinlenmesi için verilen yatakta yatarken, kimbilir daha önce kaç kişinin yattığı bu pis kokulu yatakta şunları düşünmeden edemez: "Yüzyıllar süren zulüm, sessiz meşakkat onların vücuduna bu kokuyu vermişti. O zaman bazı genç yazarların, halkın hayatı diye, halk psikolojisine dair yazdıkları yazıları düşünerek gülümsedim. İnsan, o günün o tabakasını anlamak için mutlaka bu kokuyu koklamış olması lâzımdı."

Ömer Bedrettin'in devrindeki şairlerden hem devre, hem de kendisine en çok tesir edenleri Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'dir. Bu yazısında kendi neslini de kısaca değerlendiren Ömer Bedrettin, edebiyat anlayışını da şu satırlarla ortaya koyar:

"Sanat bediî cevheri ifade etmektedir. Kâinat ve hadisatın ruhun en gizli sırrını, yalnız mahremiyete lâyık ruhların anlayacağı bir şekil veya sesle ifşa etmek... Kâinat ve hadiselerin karşısında fikir ve his mahşeri arasından güzel ve sihirli bir teksif yapmak... Bir hatırayı, bir hissi tekrar yaşamak ve yaşatmak... Ve nihayet sanatkârın ruhuyla hakikatin kaynaşmasından doğmuş esrarlı bir terkip; yahut bizzat sanatkârın tecelli eden ruhudur. Fakat bu natamam fikirler, bir izah değil, sadece sanatı anlatmağa çalışan birer sözden ibarettir."

İnsanın da henüz aydınlatılamadığı dünyada sanatkârin meçhul kalmasını tabiî bulan Ömer Bedrettin "kanaatimce her sanatkâr, her şeyden evvel, yaratılışının tesiri altında bir dünya olduğuna göre, Türk sanatkârı için de müşterek yalnız bir nokta düşünüyorum: Türk ruhu”...

"Edebiyatımız kanaatimce, hiç bir vakit bugünkü edebiyat kadar özlü, şuurlu, benliğini müdrik ve kuvvetli hamlelerle müstait bir devre görmedi. Bugünkü nesil, zannedildiğinden fazla okuyor, bilerek, düşünerek, yapmak istediğini anlayarak çalışıyor. Muhakkak ki, yaratacağı asıl eserler, artık garbın ve şarkın taklidi değil, bizim öz edebiyatımız olacak ve bugünkü yaratma hazırlığının en kuvvetli ve millî eserleri büyük şair Yahya Kemal'in çağırdığı taraftan, memleketin içinden, Türkün ruhundan doğabilecektir."

Ömer Bedrettin 1940 yılında bir ankete verdiği cevapta da "şiirde nazariyeler kurmayı" anlamadığını ifade ederek, günün edebiyatını beğenir:

"Bugünkü içtimai bünyemize uygun bir edebiyat doğması, bence mihanikî bir cehitle meydana gelecek bir şey değildir; İçtimaî bünyemiz bugün ne ise, edebiyatımızın da o bünyeye mutabık bir edebiyat olduğunda şüphe etmeyin; diyeceksiniz ki, bugünkü edebiyatımızın seviyesi, bugünkü dinamik ve benliğini müdrik içtimaî bünyemizin seviyesine mutabık bir halde midir? Ben buna evet diyeceğim!

Evvelce de söylediğim gibi, şiir ve edebiyatımız hiç bir vakit bu kadar yükselmedi; bugün Türk milletinin inkılâp prensiplerinin dayandığı en sağlam temel taşı nedir? 'Ne mutlu Türküm diyene' düsturu değil mi? Edebiyatta da ancak son 15-20 sene içindedir ki kendimize dönüş yoluna girmiş bulunuyoruz. Artık hakikî şiir ve edebiyat cevherinin bizzat kendi bahçemizde olduğunu anladık ve çok şükür; şark kültürü kadar garp kültürü de kuvvetli en büyük şiir üstadlarımızın " memlekete dönüş” tavsiyelerini kulaklarımız duydu. Şiirlerimiz ve romanlarımız kuvvetlerini hep bu realiteden alıyor.”

Şiir ve edebiyat için faydalı çare olarak sadece "kıymetleri ve istidatları toplayarak şiir ve edebiyat âlemini daha diri tutacak bazı tedbirleri almak” ve okuyucu kitlesiyle edebiyatçılar arasındaki bağı kurmağı düşünen Ömer Bedrettin, bir oluş devrşinde yaşandığını ve bazı aksaklıkların bundan kaynaklandığına inanarak der ki:

"Maya ve cevher Türklük. Şuur uyanık ve benliğimize çevrilmiştir. Bir kelime ile şiir ve edebiyatımız, şahsiyetini ve lâyık olduğu enginliği bulmak yolundadır."

Ömer Bedrettin çeşitli anketlere verdiği cevaplarda veya sayısı az olan makalelerde de görüldüğü gibi, açık seçik olarak millî edebiyatı, kendisinin tercih ettiği ad ile "memleket edebiyatı akımı”na bağlıdır. Yapılmış olan bütün denemelerin nihayet Ahmet Haşim ve Yahya Kemal Beyatlı ile büyük üstatlarını bulduğu şiirimiz, bundan sonra bu iki şairin istikametinde gelişir. Faruk Nafiz Çamlıbel, memleket edebiyatının önde gelen en kabiliyetli şahsiyeti olarak diğer yaşıtlarına ve kendisinden sonra gelenlere örnektir. Ömer Bedrettin de işte bu üç şairin tesirindedir.

Ömer Bedrettin'in şiirlerini işledikleri temalar bakımından üç ana grupta toplayabiliriz:

1. Deniz ile ilgili, biraz başıboş hayallerin hâkim olduğu şiirler. Deniz onda kaybolma, uzaklaşma, saadet, âdeta Haşim'in "o belde”sini karşılar. Hele "Ufuk hasreti” şiirinde, Çoruh Akşamlarında memleket peyzajını anlatırken, ufku daraltan, ovasız, sarp dağların kendisini nasıl sıktığı ve denizi özlediğini görürüz.

Aslında dağ bir bakıma deniz ve geniş ovalarla bir tezat yaratmaktadır. Şairinin uzaktan seyrettiği "Munzur Dağları" ona uçma, yükselme arzusunu verir:

Ovada kızıl bir granit seli,
Bir heykel uzaktan Munzur dağları!
Sanki bir canavar, hançer pençeli,
Göklere sıçrayan Munzur dağları!
Kopuyor boynunda her kızıl şimşek,
Gürleyen sesinden gökler çökecek;
Gerilmiş sırtında kar benek benek,
Kükremiş bir kaplan Munzur dağları..

2. Ailesi fertleriyle ilgili, kısmen biyografik şiirler. Bunlarda annesi, babası, küçük yaşta ölen kızı ve kendisinin bunlar karşısındaki duy guları ve ıstırabı yer alır. Sevgili için yazılan şiirlerin sayısı pek azdır. Bu nu da onun mazbut bir aile babası olması ile açıklayabiliriz .

3. Memleket coğrafyası ve memleket insanının işlendiği şiirler. Şiirlerinden yaptığı son derlemeyi Yayla Dumanı adı altında yayımlaması, onun son tercihlerini de göstermiş olur.

Bu memleket coğrafyası, yani vatan birbirini takip eden büyük savaşlarım sonunda verilen Millî Mücadele ile kurtarılmıştır. Bu ülkeyi kurtaran Mehmetçik, onun sevgilisi, ailesi ve büyük kurtarıcı Önder şiirlerinde yer alır. Konuşmamın başında okuduğum "Sılanın Toprağında", tabiat, aile, buruk saâdet, aşılmış savaş fonunda, eve dönen gazi, yani bu memleketin sahibini gösterir.

Deminki kasırga sen miydin atlı

mısraı ile başlayan "Kahraman Bir Atlı”ya şiiri,

İstiklâl cenginin büyük zaferi
Bir kızıl yadigâr akşamlarında

mısralarıyla biten, şairin doğduğu şehir hakkında yazdığı "Uşak için”de,

bir zamanlar herkesin ezberindeki "Zafer Yolcusu” şiirlerinde millî mücadelemizden akisler bulunur. "Ülkü Tanrımıza” adlı şiirinde Atatürk, "Akdeniz'e Doğru” şiirinde ise Önder ile millet bir arada tasvir edilmiştir:

Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık cumhuriyeti..
Sakarya'dan su içen o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış, yılmaz bir avuç erle
"Hedef Akdeniz, asker!.. diyen parmağa koştuk;
Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk...
Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız,
Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayrağımız;
Koştuk arslanlar gibi kükreyip dağdan dağa,
Canavarlar dişinden vatanı kurtarmağa...
Vahşetlere dikilmiş gözlerimiz dumanlı,
Hürriyete susamış yanık bağrımız kanlı;
Çılgınca atılarak şanlı Dumlupınar'a
Süngümüzden şan verdik coşkun yıldırımlara..
Sakarya'dan su içen o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış yılmaz bir avuç erle
Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık cumhuriyeti..

Milli Mücadele ile ilgili şiirlerinden sadece birinde Ömer Bedrettin, trajik bir durumu ele alır. Askerden kaçtığı için vurdurulan oğlunun acısı ve utancı içinde yaşayan çavuş baba. düşman tarafından yakılıp yıkılan kasabaya giren ordumuzun başında, oğlunu vurduran kumandanı tanır ve ona ikram edilen sigarayı, evinin koruyla yakarak şükranını sunar. Şiirimizde bu türden trajik yaklaşmalar az olduğu için, bu şiiri de okumak istiyorum. Bu şiirin adı "Yangınların Işığında"dır.

Yurdun, bir şan gecesi, dağı, taşı kül oldu;
Kız gibi vatanıma dumanlar kâkül oldu...
Korkak, zalim ellerle yakılan hanümanlar;
Beşiklerde tutuşan nur topu gibi canlar;
Türkün öz zaferine meşaleydi bu gece.
Göklere kalkan eller arşa değdi bu gece...
Yiğitlerin alnını öpenler mi ararsın,
Al kanlara boyanmış cepkenler mi ararsın,
Haşrolmuştu bu gece yer gök kucak kucağa
Yangının kızıl rengi vurdu kızıl bayrağa..
Halâskârlar geçtikçe şanlı atlar üstünde,
İsli kaldırımları titreten bu düğünde
Yangınm ışığına yaslanmış biri vardı;
Bu, eski çavuşlardan, ünlü bir ihtiyardı.
Nurlu, kır sakalında gecenin şen rüzgârı:
Sevinç yaşlı gözünde evinin dumanları;
"Hoş geldiniz” diyorken gelen Türk erlerine
Yavrusunun hasreti saplandı ciğerine:
Tanıdı cenkten kaçan oğlunu vurduranı,
Ahmet'ini kurşuna dizdiren kumandanı.
Çavuş ağa canevinden tâliine yanarak,
Cenkten kaçan oğlunu düşünüp utanarak
Benliğinde duyarken bir ölüm hatırası,
Derdini unutturdu sokağın manzarası:
Gönülleri sarmadan siyah rengi dumanın,
Koç yiğitler içinde yükselen kumandanm
Al atını kuşattı ahaliden bir kemer;
Köpük sızan bir gemi tuttu ateşten eller..
Kimi büyük zaferden haberler istiyordu;
Kimi Yeşil Bursa'yı, güzel İzmir'i sordu.
Kıvılcımlar içinde yanmadan, usanmadan
Türkün mucizesini anlattıkça kumandan,
Bu ahali kümesi şanlı esirler gibi,
Cehennemden kurtulup cenneti bekler gibi
İçten kulak verdiler, yürekten dinlediler;
Yangınlar ortasında candan serinlediler...
Neşeden setler gibi yolları bağlayanlar,
Al atın izlerine kapanıp ağlayanlar
Ruhunu içerlerken ilâhî bir sevincin
İçlerinden bir köylü gönülden ikram için
Hasretle yaklaşarak halâskâr kumandana
Kalınca bir cıgara sundu bu kahramana...
Sonra elinde bir kor, yürüyüp ileriye;
Evinin ateşiyle şükranını ödedi;
Dağ gibi' kumandana: "Buyur, yak Paşam... " dedi.

Bu şiir, ateşle kavrulmuş ülkenin, içi yanmış bir ferdinin millet ve vatan sevgi ve menfaatini her türlü duygunun üstünde tutuşunun dokunaklı ve derin bir hikâyesidir. Ömer Bedrettin'in bu hikâye gibi başka manzum hikâyeleri de vardır. Köyün zengin delikanlısını seven ve onun tarafın dan terk edilen Ayşe, düğün gününde gelinle damadın ayağına serilecek halıyı dokuyan tezgâhta çalışır ve arkadaşlarının alaylarına hedef olur. Onun hikâyesi "Ayşe'nin Aşkı”nda dile gelir. "Obanın Kızı”nda, güzel Zeynep dağda dolaşırken güzelliğine hayran olan bütün çiçeklerle konuşur, onlara maniler söyler, ama biraz dalgındır, sebebi de kendisini çadırında bekleyen nişanlısıdır. "Tütün İşçileri"nde de şair hayatlarını tütün işleyerek kazanan kızları anlatır.

Anadolu insanını neşeli anlarında ve iş başında anlatan şiirleri, yazıl dıkları ve okundukları günlerde çok sevilmiştir: "Tahtacı Güzelleri”, "Efenin Müjdesi", "Efenin Bayramı”, "Düven Sürene”, "Bir Dağ Perisine", "Harman", Pazar Dönüşü" adlı şiirlerinde bu insanlar uzaktan seyredilir ve dıştan tasvir edilir. "Pazar Dönüşü" bir tablo kadar güzel, canlı, neşeli ve renkli bir hayat levhasını vermektedir:

Şallar ve basmalarla bütün heybeler doldu
Pazardan dönüyorlar köylüler, akşam oldu!
Toz, kahkaha yan yana yürüdükleri yerde!..
Her koyunda şehirden bir güzel hediye var;
Eşeklere kurulmuş güneş yanığı kızlar,
Mermerden bacakları ipten üzengilerde...

Ömer Bedrettin'in Mehmetçik'i, sevgilisini işlerken, elbette yavrusunu unutması beklenilemez. "Başaklar Arasında” adlı güzel şiirinde minimini bir köylü çocuğunu tasvir eder. Her kelimesinde vatan ve insan sevgisinin buram buram tüttüğü, tabiat içindeki bu yavrunun tasvir edildiği şiir de, eskiden okul kitaplarında yer alıyordu. Bence en güzel şiirlerinden olan "Başaklar Arasında” dünü bu güne getiren, bu günü yarına ulaştıran bir şiiridir. Şiir "Mehmetçik'in yavrusuna” ithaf edilmiştir.

Başaklardan kundağın,
Bağ, bahçe solun, sağın;
Yıldızlar oyuncağın..
Ağlama güzel çocuk!
Mavili bir nişan mı,
Nazarlara derman mı ?
Göklerden armağan mı?
Başındaki şu boncuk?...
Uruban yama yama;
Gönül koyma akşama!
Güzel çocuk ağlama,
Anan orak biçiyor!
Tanrım sevsin başını,
Rüzgâr silsin yaşını;
Babam, kardaşını
Sakarya ufkuna sor!
Unutma şakın dünü,
Bitmez bu zafer günü,
Atanın ak yüzünü
Senin yüzün ak tutar!
Oğlusun bir askerin,
Ağlama derin derin;
Başak tutan ellerin,
Bir gün al bayrak tutar.

Tarihî şahıslardan, Ömer Bedrettin, Atatürk'ün dışında sadece Barbaros Hayrettin için uzun bir şiir yazmıştır. Bunu da onun deniz sevgisi ve hasretine bağlamak, sanırım, yerinde olur. Barbaros'un heykeli ile tarihî macerasını birleştiren, Barbaros adının uyandırdığı çağrışımları dile getiren şair, şu dilediğini de anmadan edemez:

Koca Barbaros'um, yaşamak isterdim deminde!...
Seni görmek için, fetihler görmek için...
Cenk edip deniz safası görmek için..
Koca Barbaros'um, yaşamak isterdim deminde!
Bir levent olmak isterdim geminde!...

Ömer Bedrettin tarihten bahsetmekten ziyade, üzerinde yaşanan toprağa yeniden sahip oluş destanını kısa kısa çizgilerle kendini hissettirir.

Bu vatana sahip olanlar, şimdi yeni bir mücadele işindedirler. Bu da tabiatın yenilmesidir. "Tünel” ve 'Telgraf Direkleri" gibi şiirlerinde biz, şairin tabiata hâkim olan insan gücünü yüceltmesini hissederiz.

Anadolu şehirleri, tabiat özellikleri ile, dağları, nehirleri, kayalıkları, ovaları ve çağlayanları ile yer alır. Bazen objektif tasvirlere sanatkârın ince ve duygulu bakışı refakat eder. Bütün şiirlerinde daima teskin edilmiş, kontrol altındaki itidalli duygular vardır. Yalnızlık ve gurbet duygusu, tükenmez bir sonsuzluk hasreti ile birleşir. Ülkesinin her taşını sevdiği halde, onları anlatırken bile daima denizi görmek ister. Diyebilirim ki, Ömer Bedrettin'in gerçek tutkusu denizdir. Onun ölüm sonrası tabiatı anlattığı "Kim Bilir” şiiri ta Yunus Emre'den Cahit Sıtkı Tarancı'ya ulaşan, öldükten sonra ne olacak sorusunun cevabını araştırır. Yahya Kemal'in

Fark etmez anne toprak ölüm maceramızı

dediği, tabiatın insan ıztırapları karşısındaki kayıtsızlığını Ömer Bedrettin şöyle dile getirmektedir:

Güneşle beraber söndüğüm akşam,
Ağlayacak hangi rüzgâr, kim bilir?
Mermer bir heykele döndüğüm akşam,
Baş ucumda kimler yanar, kim bilir?...
Her yanında yanık bülbüller öten
Bahçelerden bir gün sessiz geçerken,
Tabutumu yeşil dallar içinden
Seyredecek hangi bahar kim bilir?...
"Nerde bizi candan seven o yolcu?
Niçin türküleri aksetmez oldu?”
Diyerek ruhuma çam kokusunu
Yollayacak hangi dağlar kim bilir?
O yıl güllerimizi kimler derecek?...
Bağımda üzümler nasıl erecek?...
Bana en son yudum suyu verecek
Hangi pınar, hangi pınar, kim bilir?

Pürüzsüz bir Türkçe, halk edebiyatının zengin pınarından yararlanılarak geliştirilmiş bir ifade şekli ve konusunu sadece bu ülkenin toprağından, insanlarından ve özlemlerinden alan bir şiir. Belki Ömer Bedrettin, edebiyat tarihinde bir yol açıcı değildi, fakat şüphesiz ki derin izler bırakanlardan biriydi. 1930-40'ların gençliğinin dilinde şiirleri dolaşan, sevilen bir şairdir. Millî Mücadele'nin ruhlarda doğurduğu heyecanı ülke gerçeklerine yönelten ve oradan kendi görüş, mizaç ve hayat tecrübelerine göre seçimler yapan Ömer Bedrettin, Anadolu'da hizmete koşmak isteyen, Anadolu tabiatını ve insanını anlatmak isteyen pek çok genç memura da sanıyorum yol göstermiştir.

Onun şiirleri arasından birkaçı da bestelenmiştir. Hâlâ radyolarımızda okunan ve sevilen bu şarkıların bestecileri anıldığı halde, şairi unutulmuştur. Bu, aslında tabii bir durumdur. Çünkü müzik dünyasına mal olan şiirleri oraya mal eden güç, sözünden çok bestesidir. Bu şiirler: "Âşıkım dağlara kurulu tahtım” (Son Dilek), "Benim gönlüm sarhoş tur" (Yıldızların Altında), "Gel gitme kalmasın gözüm yollarda" (Fidan Boyluma), "Eğilmez başın gibi” (Efenin Bayramı), "Kapıldım gidiyorum" (Akşam Misafiri)'dur.

Ömer Bedrettin hakkında yapılmış müstakil bir inceleme bulunmamaktadır. Ölümünden sonra da, yakın dostlarından Selâhattin Batu ve Baki Süha Ediboğlu'nun yazdıkları onun hem şahsiyetini hem de şiirini değerlendiren nadir yazılardandır. Bu yazılar onu, "temiz yürekli bir insan, içli bir şair” (Selâhattin Batu); "her şeyden evvel yurdunu, onun insanını, taşını, toprağını, her şeyini seven bir artist” (B. S. Ediboğlu), çalışkan ve dürüst bir insan olarak tanıtır.

Selâhattin Batu, onun hakkında şöyle der: "İnsan olarak, arkadaş olarak da kendisine çok değer verirdim. Pürüzsüz bir erkek samimiyeti vardı. Sahte insanlardan iğrenir, yapmacıklı konuşmayı sevmez; sevmeği, gönül vermeyi bilirdi. Kalabalığın içinden çıkıp odama girdiğim zaman som yürekli bir sanatkâr yanında olmanın eşsiz zevkini tadardım ve sanatkâr yaradılışlı insanları, bu dünyadan değilmişler gibi o iç açan, kalbe huzur veren bakışlarını, onun mavi gözlerinde bulurdum. Temiz, tertemiz bir insandı. Bir sanatkâra yakışan yaradılışta, bir sanatkâra yaraşan ahlâktaydı, Artık onu göremeyeceğiz.”

Selâhattin Batu, onun şiir sanatında tam olgunluğuna ulaşmadığına inanır : "Ömer Bedrettin güç şartlar içinde yetişmiş, hayatta bir hayli ıstırap çekmiş, temiz yürekli bir insan, içli bir şairdi. Daha çok gençti ve ben, onun henüz kendi hudutlarına varmamış olduğuna kani idim. Yayla Dumanı'nda topladığı şiirler içinde son yazmış olduğu "Son Şehir” bunun delilidir. Bu şiiriyle Ömer Bedrettin, o güne kadar varmış öldüğü merhaleleri birden aşmıştı. Son sözünü henüz söylememiş, imkânlarını tüketmemiş, belki de ırsiyetinden getirdiği hakiki 'ben'i tam mânâsıyla bulamamıştı. Yaşasaydı çok daha güzel eserler yaratacağına emindim."

Selâhattin Batu, onun "Çoruh Akşamları"nın, "Munzur Dağları”nın, "Deniz Sarhoşları” ve "Sarıkız Mermerleri"nin unutulacağını sanmıyorum” der. Fakat unutulmamak için okunmak lâzımdır. Ömer Bedrettin'in şiirleri en son 1945'te basılmıştır. Antolojilere geçen birkaç şiiri vardır. Bir önceki nesilden sık sık duyduğumuz mısraları da artık anılmaz olmuştur. Ölümünden iki yıl önce devrinin "milliyetçi ve memleketçi fikir mecmuası” olan Varlık dergisinin açtığı bir ankete verdiği cevap, memleketin her bölgesinde dolaşıp, onun dertleriyle haşır neşir olan şairin edebiyat hakkındaki son düşüncelerini ortaya koyar. Kendisiyle konuşan Şinasi Özden'in "konuştuğum edebiyatçıların çoğu 'milli edebiyat' terkibinin lüzumsuzluğunu ileri sürüyorlar. Bu hususta sizin de fikrinizi öğrenmek isterdim" sorusuna, uzun bir cevap verir. Bu gün bile Ömer Bedrettin'in açıkça ortaya koyduğu noktalar üzerinde düşünmemiz gerektiğini sanıyorum. Onun nazikçe ifade ettiği durum, aradan geçen bir kırk yıla rağmen hâlâ canlı konularımız arasındadır. Ömer Bedrettin'in cevabından (*) bazı parçalar okuyarak konuşmama son veriyorum:

"Edebiyat, dil sanatında hayatın görünüşü demek olduğuna göre, onun da insan gibi bir muhiti, bir iklimi vardır. Bugün biz, siyasî ve içtimaî, bütün bir fikir sistemimizle nasıl özümüze doğru yönelmiş bulunuyorsak, edebiyatımız da, elbet bu yönelişin bir ifadesi olacaktır.

Eskiden tezyif mânâsına gelen "Türk" kelimesinin, bu mânâ iftirasından kurtuluşu gibi, "milli" kelimesi de Osmanlı imparatorluğunun şahsiyetsizliği, renksizliği, alafrangalığı karşısında yükselen fikir kalesinin bayrağı olarak, ihtiyaçtan doğmuş bir kelimedir. Bence bu kelime, bizde yalnız millî ve mahallî hususiyetleri aksettiren bir edebiyatın değil; aynı zamanda nasyonalist bir edebiyatın vasfıdır.

Kuva-yı milliye, millî mücadele terkipleri, hayatta niçin ve hangi ihtiyaçtan doğmuşsa, 'millî edebiyat' terkibinin 'milli' kelimesi de sanatta aynı ihtiyaçtan doğmuş ve ruh istiklâline kavuşmanın bir remzi olmuştur."

"Kozmopolit edebiyatı da millî saymak isteyen aydınlara çatarak "millî edebiyat bizde işte bu türlü münevverler olduğu için vardır ve daha sağlam bir şahsiyet içinde memlekete dönerek, Türk ediplerinin 'mektepten memlekete' gelmelerini ve memleketi 'Türk edebiyatının çerçevesi' haline getirmelerini söyleyen büyük ve örnek üstatlarımız eksik değildir."

"Memleket kelimesini milliden daha vâzıh bularak diyeceğim ki: Memleket edebiyatı; ne alafranga duyuşun ve edadının, ne sıkıla sıkıla ancak posası kalmış yerlere ait kuru hayat klişelerinin edebiyatıdır, ne her konu bahsinde Pierre Loti'yi örnek veren geniş mezhepli edebiyatı; ne de bize yabancı ideolojilerinin sinsi veya açık propaganda edebiyatıdır.

Memleket edebiyatı, en ferdi ve en hür mahsullerine kadar bu toprağın ve bu milletin katıksız edebiyatı, yurdun en büyük parçasıyla Anadolu'nun bu günü söyleyen hâlis ve yeni şiiri, Anadolu'nun gerçek romanı ve tiyatrosu; kısaca, yeni ve yerli bir edebiyatıdır.

Memleketi hemen hiç tanımadıkları için, onu aksettiren eserler veremedikleri için memleket edebiyatını kötüleyenler; meselâ, iyi veyahut kötü şiirden bahsedecek yerde, memleket şiirini, vatan ve milletten, Ayşe ve Fatma'dan bahseden değersiz eserlerin edebiyatı, yahut halk edebiyatının tekrarı gibi göstermek gayretine düşenler; bir gün, ancak gerçek memleket edebiyatıyla milletlerarası bir mevki kazandığımızı göreceklerdir.”

(*) Varlık, M. 256-251, 1-15 Mart 1944, s. 269-270

PROF. DR. İNCİ ENGİNÜN
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Nisan 1986, C: LI, S: 412, s. 289-303

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI