ZİYA'YA MEKTUPLAR (31)

Burhaniye: 14.5.1942

Ziyacığım,

2 Mayıs tarihli mektubunu 10 Mayısta aldım. Dileğiml yerine getirip şiirini birinci sahifeye yazdığına teşekkür ederim.

Bu şiiri ilham eden kalbi sebeplere benim gibi aşina olmıyanlar, benim kadar titiz bir şiir okuyucusu iseler, dikkatlerini yalnız netice üzerinde toplayıp, şiirin aralıklı güzelliklerine, rağmen, genel olarak, aceleye geldiği, consistance'tan (1) mahrum bulunduğu kanaatine varacaklardır. Fakat bana, yani bu şiirin doğum şartlarına dostluğunun müsaadesi nisbetinde vakıf Cahit Sıtkı'ya sorarsan, intibalarımı şöyle hülasa edebilirim:

Her vakitki şair Ziya Osman, bu şiirinde, yaşamak ve mesut olmak iştiyakını bütün samimiyetiyle açığa vurmuş. Herhangi bir işe samimiyetle başlamak bir meziyettir. Ama işte, gönül isterdi ki, şairin poetique ve estetik dikkati ve titizliği de samimiyeti ve gayretiyle atbaşı gitmiş olsun. Bereket versin, dikkatınin uyanık olduğu zamanlarda araya serpiştirdiğin ve gerçek bir duyuşun eksiksiz ve tatmin edici ifadesi olan cidden güzel mısralar, şiirin talihini, kısmen bile olsa, düzeltmektedir. Bir kere, atmayı asla aklına getirmemen icabeden şu canım ve lezzetli beyit:

Yatak odamız, yemek odası, kiler;
Raflarında ellerinle yapılmış reçeller.

şiirde lâyık olduğu yeri derhal almalıdır. Tatma hassamıza ilk defa olarak hitabediyorsun. Bu, sende rastladığım yeni bir şiir meziyetidir. Ev hayatının muhabbetle çekilmiş enstantaneleri olan:

Çıkacağın üç basamak,
Ellerinden sıyırıp atacağın eldiven.

gibi mısralar, sembolle konuşmaya ve yalnız mücerredi, muhayyeli terennüm etmeye bizi alıştırmış bir şairin şiirinde, fazla mühim olmamakla beraber, nisbl bir yenilik addedilebilecek cinstendirler. Hele, evinin mimarı, taşçısı, marangozu, amelesi kadar, senin de o yuvada el emeğin, alın terin, zevkin (goût) olacağını, haber veren iddiasız fakat sade, fakat gerçek, fakat patetik mısralar:

Ellerimle asacağım camlarına perdelerini.
Yatak odasında düşüneceğiz bir an,
İki kişilik karyolanın yerini.

beni sarhoş etmeye kafidir. Dahası var:

Sürahide ışıldıyan su,
Paylaşacağımız ekmek, ("bölüşecegimiz" daha iyi gibi geliyor bana)
Yazın rüzgarlara bırakacağımız testi...

gibi mısralar, quotidlen (2) hayatın huzur ve saadet neticesi itiyat ve hareketlerinin mütevazı fakat güzel ve gerçek mısraları, asude bir interieure (3) e olan hasretini (hasretimizi) ne tabii ve kandırıcı (tatminkâr) bir şekilde ifade etmektedir! Şiirin. son mısraları da, aynı kandırıcı ifadeye kavuşabilecekleri için (küçük bir gayretle), şimdiden güzel sayılabilir.

Gelelim muadelenin "menfi"lerine:

Evvelâ, şiirde consistance sahiden yok. Hani şu, ele alınınca dağılıveren, ufalıveren ve bu yüzden, camekândaki duruşiyle vadettiği lezzete bir türlü varamadığımız börekler (ah o canım sulh günleri!) var ya; onlara benziyor. Şiirin yufkası, yağı, kıyması, peyniri... ilh, arasında daha sıkı bir bağ, bir lehim lazım. Serbest vezinde bunun güç olduğunu biliyorum. Ve kısmen mazursun (sanatkâr için mazeret olmaz ya!), neyse, zordur. Çünkü, aruzda ve hecedeki kafiye, vezin, takti, bu consistance'ın binalarda, duvarlarda gördüğümüz harç kabilinden, göze görünür işaretleridir. Serbest vezinde, benim anladığım serbest vezinde, göze görünür bir harç olmadığına göre, mısralar biribirlerine gizli bir harçla (bu, biten mısraın son hecesiyle, başlıyan mısraın ilk hecesi arasında tutkal mahiyetinde bir ses, mana ve tedai bağı olabilir) perçinlenmelldirler. Bu Nazım'da kısmen vardır; fakat o farkında olmamıştır. Zaten kaflyeye başvurması, bazı mısraları tekrar etmesi, bazı heceler üzerinde durması, bazı kelimeleri hecelere ayırarak okutmaya gayret etmesi hep bu consistance endişesinin mahsulüdür. Senin şiirinde böyle bir endişe hüküm sürdüğünü zannetmiyorum. Bu da, yani senin bu ihmalin de izah edilebilir:

Avrupaya gitmeden önce Alain'in "Les Beaux-art en vingt leçons" isimli ve estetiğe, şiire, mimariye, musikiye, resme... ilh. dair çok faydalı ve yer yer gerçek sanat ve güzellik hakikatlariyle parlıyan güzel bir kitabım okumuştum. O cidden hazine kitapta, insanın kol hareketleri, adım atışı, gerinişl, oturuşu, kalkışı... ilh ile şiiri, heykeli, resmi... ilh. arasında müşahede edilebilir bir münasebet mevcut olduğuna işaret edilmekteydi. Senin mahçubiyetin, insanlar arasındaki adeta fizik rahatsızlığın, konuşurken kızarışın, kadınlar nezdinde utanıvermen, kahveye tereddütle adeta korkarak girmen, meyhaneye adım atmaman... ilh. bütün bunlar şiirlerinde, ne yalan söyliyeyim, lehine sayamıyacağım akisler bırakmıştır; bilhassa bu serbest vezinle yazdığın şiirlerde ve bu sonuncuda. Benim "Ömrümde Sükût" taki şiirlerim de, o zamanki halimin aynasıdır. Bunun çaresi, Ziyacığım, evvela, hayatında ve cemiyet içindeki davranışlarında o ürkekliği üzerinden atmaktır. Alain'in çok mühim bir sanat hakikati üzerinde durduğuna katiyen şüphe etmemelisin.

Sonra, şiirinde, nefesi yoran uzun mısralar var. Bunları da kısaltmak lâzım. Nasıl ki tabii yürüyüşte en uzun adım yetmiş beş santimetredir, mısrada da en uzun hece, nihayet on beş, haydi bilemedin on altı olsun. Zaten aruzda ve hecede bu noktanın nazari dikkate alındığını bilirsin. Bir de, Ziyacığım, az kelimeyle söylenmesi, mümkün bir hayali, bir duyuşu, bir hasreti fazla kelimeyle söylemeye lüzum yoktur. Mesela başlangıç mısraları pekâlâ şu şekilde kısaltılabilir ve nesir edasından, dolayısiyle kurtulmuş olur:

Gözümde hep aynı beyaz ev;
Her dağ yamacına kurduğum;
Oturttuğum her su kenarına.

Dağ yamacındaki evle su kenarındaki evin manzarası, ab ü havası başka başka olduğuna göre, birer müstakil mısrada söylenmeleri, mahiyetleri icabıdır. Buna benzer, daha ufaktefek şiir dikkatsizlikleri yok değil. Fakat uzatmayayım, malzeme olarak elinde birinci sınıf bir un var. Hani sokakta hizmetçinin koltuğunda görüp de kenarından bir lokmacık olsun koparmaya dayanamadığımız sıcak, pişkin, lezzetli, besleyici bir ekmek yapabilmek iktidarındasın. Seni fırına, yani iş başına davet etmeyi bir vazife bilirim.

Tenkidlerim biraz kıyarcasına olduysa, bunu sevgime ve seni çok daha mukemmel şeyler yazmış görmek arzuma bağışlamalısın. Bahsettiğim şiir dikkatsizliklerinin çoğu hepimizde, bugünkü her şairde mevcuttur. İşte bunlardan kurtulmak lazım. Şiir üzerinde kafamızı işletmellyiz ki yazdıklarımız, Fuzuli'nin, Baki'nin, Nedim in diktiği, Yunus Emrelerin, Karacaoğlanların suladığı ağacın bu emeklere lâyık yemişleri olabilsin. Hani bir şiir seferberliği aklımdan geçmiyor değil. Gene fazla uzattım, değil mi?

Zaten talime de bir çeyrek var. Sorduğun suallere kısa cevaplarım:

1 — Şahap Sıtkı, tahmin ettiğin gençtir. Benim hakkımdaki iki makalesi daha evvel çıktı. Artık, hayırlısiyle, kitapta görürsün.

2 — Ahmet Necati'yi Mehmet Necati'yle karıştırıyorsun. Ayrı ayrı şairlerdir.

3 — Melih'in kıtasında chant (4) tarafı olmadığını söylüyorsun. Bu chant bahsine başka bir sefer temas etmek istiyorum.

Ankara'da Millet adında yeni bir mecmua çıkıyor. Benden de şiir istediler. "Hep Yaşadığıma Dair" şiirimi sana ithaf etmiş olarak gönderdim. Vakıa Gençlik gazetesinde çıkmıştı ama, yanlışlarla çıkmıştı.

İşte böyle Ziyacığım, benim şiirler henüz bitmedi. Elbet biterler. Şevket'in dediği gibi, başlanan şiir, bitmeye mahkûmdur.

Ben bildiğin gibiyim. Biz de ordugâha çıktık (bu sabah). Senin, yeni yerinden memnun olmana sevindim. İstanbul'a da sık sık inebilsen daha iyi olur.

Şiirini belki bu arada mesut bir şekilde rötuş etmişsindir bile. Yenge hanımla bölüşeceğin ekmeğin nefasetine azami itina göstermelisin.

Haydi bakalım, seni Allaha, yenge hanıma, şiirine emanet eder, sıhhat, saadet ve muvaffakıyet dileklerimle gözlerinden öperim.

C. S. Tarancı

(1) Sağlamlık
(2) Günlük
(3) Ev içi
(4) Şarkı, ahenk

Ziya'ya Mektuplar, S. 111 - 115


ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI