Eski şiirimizde tek bir mevsim vardır, o da bahardır. Bazı mesnevilerde ve bilhassa kaside nesiplerindeki kış ve yaz tasvirleri bir tarafa bırakılacak olursa, bu şiir tek ve yekpare bir mevsim içinde yaşardı, denebilir. Doğrusu istenirse bu biricik mevsim de itibari idi. Yani, şairlerimiz onu her zaman tabiatta olduğu gibi söylemezlerdi. O daha ziyade ruhlarda, muayyen bir estetiğin icaplarına göre açılan bir bahardı. Dilleri de, bizim bugün kullandığımız lirizmin mukabili olan "şevk"in iklimi idi.
Eski şiir, bu tek mevsimden hâtırası hepimizde bir lezzet halinde yaşayan, çok güzel şeyler çıkardı. Kâh bir minyatür ustası veya bir kuyumcu gibi onu inceden inceye, her parçasını ayrı bir dikkatle işleyerek terennüm etti: Yaprak, çiçek, çemen, servi, sabah saatlerini ören üveyik kuşu ve kumru sesleri gülün ve lalenin alevden kadehleri, goncanın hicabı, menekşenin tevazuu, erguvanların meşalesi, bülbülün efsanevi aşkı, bu şiirde bir oya itinası ile aksetti.
Bazen de daha geniş ufuklu mısralarda tabiatı bütün bir ruh haleti ile birleştirerek bir Claude Monet'yi veya Renoir'ı haset ettirecek manzaralar, muhteşem yay çekişlerinde birdenbire şehrayinini kuran ses ve aydınlık dünyaları yarattılar. Nef'î'nin Dördüncü Murad için yazdığı meşhur kasidenin nesibi, mısraların musikisi ve raksı ile bütün bir Dionysos cümbüşüdür; aşkı, şarabı, neş'eyi, sırrî bir ayinin unsurları yapar :
"Zevki o rind eyler tamam
Kim tuta mest ü şadkâm.
Bir elde câm-i lâle-fam.
Bir elde zülf-i ham-be-ham"
mısraları hakikatte şarap tanrısının aşklarını anlatan bir Pompei freski kadar telkinkar ve kendini hazza vermiş jesti ifadede onlar kadar mükemmeldir; bütün bir tabioyu birkaç çizgide ortaya çıkarmasını bilir ve üstelik bunu sadece ahengiyle yapıyormuş zannını bırakır.
Baki'de, Yahya Efendi'de, Nâilî'de, Nedim'de bahar için söylenmiş çok güzel mısralar ve beyitler vardır. Unutmamalı ki, gül ve bülbül medhinde yazılmış bir beyit az çok bahara ithaf edilmiştir; ondan bir parça, hiç olmazsa bir renk veya koku taşır. Eski şiir, dinî ve mistik istiğraktan ayrıldığı zaman ya harabat alemine yahut da bahar iklimine, çemene giderdi; ve hemen daima, bu üç alemi birbirine taşırdı.
Şiirde kullanılan hayallerin yarısından fazlası bahardan gelir, buna mukabil diğer üç mevsimin bu lûgatın teşekkülünde pek az hissesi vardır. Onların estetiği öteki mevsimleri pek az tanır ve ancak, insan kaderinin ters yüzü bahis mevzuu olunca onları paletine geçirirdi.
Baki'nin bir istisna gibi görünen sonbahar gazeli bile (bittabi bu adı biz veriyoruz), bu mevsimden ancak talihin cilvelerinden şikâyet çeşnisine bürünerek bahseder. Fakat manzume baştan aşağı büyük sonbahar rüzgarlarının uğultusu ile doludur :
Nam ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berk-i diraht itibardan
Eşcâr-ı bağ hırka-i tecride girdiler
Bâd-ı hazan çemende el aldı çınardan
Her yâneden ayağına altun akup gelür
Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan
Sahn-ı çemende durma salınsın sabâ ile
Azâdedir nihal bugün berk ü bârdan
Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var ruzigârdan.
Eski şiirin oyunlarını ve kaidelerini gözönünde tutarak söylenmiş olan bu gazelde, ağaçların çırılçıplak kalması, dünya alakasından bir tarikat ehlinin soyunmasına benzetilir, sonbahar rüzgarı bir mürit gibi, şeyhi olan çınardan icazet alır, tıpkı kudsiyetine inandığı dergâha hediye götüren insanlar gibi, ağaçlar dereye bütün altınlarını dökerek kendilerine medet etmelerini rica ederler.
Sonunda da Baki, manzarayı kaplayan sararmış yaprakların haline bakarak onların da (kendisi gibi) felekten bir şikayeti olduğunu hatırlatır. Velhasıl, bir yığın ustalıkla, ikizli bir mânâyı tek bir mevzu ve şekilde beraberce yürütür. Bütün Ortaçağ sanatları gibi, eski şiirimiz de eşyaya safdilce bakmağı sever ve tercih ederdi. Hatta doğrusu istenirse, bu çok ustalıklı bilgiç safdillik, onlarca sanatın en mühim taraflarından biriydi.
Bugün bizim için bu manzumenin güzelliğini, artık bu safdillik yapmıyor. Onu daha ziyade ses ve bu sesteki büyük keder için seviyoruz. Eşyayı bu kederin aydınlığında, bir akşamın aksiyle zenginleşmiş, büyü ve derinlik kazanmış gibi, onun telkinleri içinde canlandırdığı için seviyoruz. İçindeki hayalleri şâirin kasdettiği ince mutabakatlara kadar inmeğe lüzum görmeden, sadece bizde kurduğu ruh haletine yetecek kadar takip ediyoruz.
Gazelin birinci beytinde, sonbahar rüzgârları, giden baharın (yahut yazın) bıraktığı boşluk üzerine ağır ve uçurum kokan bir gürültü ile kapanıyorlar; Bâkî, kadim alemin yıkıldığını haber veren "Tanrı Pan öldü ... " çığlığı gibi bir çığlık ile "Yaz öldü ... " diyor ve bu iki mısraın ağır melankolisinden ölen mevsimin hâtıraları, bir kül yığını gibi dört yana savruluyor.
Nam ü nişâne kalmadı fasl-ı bahardan
Düştü çemende berk-i diraht itibardan
İkinci beytin sonunda, birdenbire hatırlanan çınarla - tabii kafiyenin telkini - biz bu ölüyü tekrar ve en ihtişamlı tarafından zaman ve mekana hükmeder buluyoruz; bu suretle birinci beytin bir boşluk üzerine kurduğu daüssıla, ikinci beyitte devam ediyor. Bu beyitteki "hırka-ı tecrit" tabiri, bu an'ane hayatımızdan kalktığı için, bize manzaradaki ağaçları daha tesellisi imkansız, daha ümitsiz şekilde biçare gösteriyor. Böylece, beyti bitiren "çınar"ın hatırlattığı şeyle, beytin çizdiği perişanlık manzarası, birbiriyle karşılaşmış oluyorlar.
Bu beyti takip eden "Her yâneden ayağına altun akup gelür" mısraını, Mallarme'nin görmüş olmasını çok isterdim. Bu mısra ile manzumenin ortasına yığılan arkaik zenginlikte ancak onun veya tilmizlerinin tadabileceği bir güzellik vardır. Bu altın seli, manzumenin içinde bir karun hazinesinin işlenmiş madenlerini, yontulmamış mücevherlerini, büyük renk ve parıltı külçeleri halinde tutuşturuyor. Son beyitte ise Bâkî, mânâca çok değişik olmakla beraber, musiki ile birinci beytin kaderini daha insanî bir planda tekrarlar.
Yazık ki, bu güzel manzume eski şiirimizde hemen hemen tek başına kalır. Onun bir eşini - daha çok güzel ve daha derin olmak şartıyle - bulabilmek için Yahya Kemal'e kadar çıkmak lazımdır. Aradaki devirde ise, şiirimizin yüzünü garbe çevirdikten sonra verdiği bazı nümuneleri vardır. Bunların başında Recaizade Ekrem'in "Sonbaharın zevki hoştur. Tut elinden yâri koştur" diye başlayan küçük şiiri, Cenab'ın Temâşâ-yı hazan'ı, Fikret'in yağmurlu, ıslıklı, rüzgarlı ve hıçkırıklı, - fakat bu teferruat bolluğuna rağmen bazısı gene güzel - sonbahar şiirleri vardır.
Yahya Kemal'in Hazan gazeli'nin bu şiirlere faikiyeti, sonbaharın iki yüzünü birden bize vermesinden gelir. Filhakika bu mevsim, bir taraftan yazın ve baharın, hatta senenin ölümü ise, diğer taraftan da bolluğun ve olgunluğun mevsimidir; tabiat cömert çeşmelerini bu mevsimde açar; meyve, çiçek, şarap, renk, koku, hepsini cömert bir tanrı gibi dört yana savurur. üzümü kızartır, inciri olgunlaştırır, elmayı sarartır, narı bir fecir gibi çatlatır, titiz artist neş'esi ile eşyanın üzerine eğilir; bir eski zaman vazocusu gibi, biraz sonra, ölmek ve dağılmak için avucundan çıkacak olan şeylere renk ve cilasını vurur.
Yaprakları kızıl yakuttan safran rengine kadar her renge boyar. Yeşil, sarı, vişne çürüğü, nar kırmızısı, kiremidi, çelik mavisi, gök mavisi, pas rengi, hâtıra rengi, lâcivert, siyah, mor, beyaz, her nev'inden yeşil, çalılarda, yapraklarda, dallarda, meyvelerde, ağaç diplerinde açılan mantarlarda birbiri ardınca görünür: bu ölüm ustası kendi kendine, kendi zevki için üstüste şehrâyinler yapar.
İşte Yahya Kemal'in Hazan gazeli, bu mükemmelliğin, bu cömertliğin, bu ustalığın sihriyle doludur ve bize sonbahar denen neş'eyi, hakiki artist neş'e ve zevkini tanıtır:
Hazan ki durmadan evrâkı su-be-sû dökülür
Hazinesinden eteklere reng ü bû dökülür
Ne inkırâz-ı bahâran ki hân-ı yağmada
Şerap mahzeni Cem'den sebû sebû dökülür
Nevâ-yı neydir esen bâd câm-ı meydir gül
Çemende eşk ile sahbâ misal-i cû dökülür
Makam-ı pîr-i mugandan akarken âb-ı hayat
Cihanda tâli'e bîhude âb-ı rû dökülür
Hazan da erse Kemâl el çeker mi canandan
Lebinden ol mehe imâ-yı arzû dökülür
Diyonizyak bir neş'e içinde başlayıp fanilik düşüncesi üzerine kapanan bu şiirin ilk beytinde çizilen tablo, hiç bir şeyi saymadan bütün mevsimi bir renk kamaşması içinde toplar; birinci mısrada manzume oluşunu idrak edecek sesi, dekoruyle beraber verir; ondan sonra bu sesin etrafında güz teşekkül eder; koku, renk, meyve, hepsini dağıtır; çok mesut bir buluş olan (inkıraz-ı baharan) tabiri ile Yahya Kemal, bu bolluğun sırrını ve manzarasını mısralar arasında birdenbire infilak ettirir. Bu cömertliğin bir sembol gibi yerini alan bağ bozumu, bazı sabah ve akşamlarda, ağır bulut tabakaları arasından yolunu arayan ve ufku bir tanrılar cenginin sahnesi hfıline getiren o kan kırmızı ışıklar gibi, manzumenin içinde külçelenir.
Bu dört mısraın neş'esinden sonra manzume durulur. Yavaş yavaş mevsime layık bir istiğrak ve hüzün, mısralarının arasına karışır; üçüncü beyitte mevsimi daha ziyade bu hüzünle sarhoş olmuş görüyoruz:
Çemende eşk ile sahbâ misâl-i cû dökülür
mısraı bu kederi bize bazı bulutlu İstanbul sabahlarını o kadar hayali bir alem yapan o hatıra yüzlü aydınlıktan yontulmuş bir kadeh gibi sunuyor. Bundan sonra gelen beyitte, şiir ve düşüncenin nizamı ile kararını bulmuş bir ömrün tecrübesi, hakiki zevki feragatte bulmuş olmanın hikmetini söyler. Ve nihayet son beyitte şair:
Hazan da erse Kemâl el çeker mi cânândan
Lebinden ol mehe imâ-yı arzû dökülür
Diyerek hikmet, ömrün tecrübesi, mevsim, hepsini bir nezir gibi aşkın ve güzelliğin mihrabında yakar.
AHMET HAMDİ TANPINAR
Cumhuriyet, 3 İkinciteşrin (Kasım) 1942

ŞİİRLERİ