FUZÛLÎ'YE DAİR

I.

400 üncü ölüm yılı münasebetiyle

Fuzûlî şüphesiz en büyük şâirlerimizden biridir. Yunus'u istisna edersek böyle bir ayırma lazımdır. Çünkü Yunus, 600 yıl evvelinden bugüne açılan kapıdır. Onunla ancak, Şeyhî, Necatî Bey, Bâki, Nedim, Şeyh Gâlib gibi eski şiirin sıkı nizamı ve müşterek lugatı içinde gerçekten bir çığır açabilen şâirler boy ölçüşebilirler. Fakat Fuzûlî bir bakıma bu şâirlere de üstündür. Çünkü eseri bize onlardan çok ayrılan, tamamiyle şahsi diyebileceğimiz bir tecrübe ile gelir.

Dille o kadar ustaca oynamasına, şiirimizin birçok söyleyiş mükemmelliklerini kendisi bulmasına, hatta eserinin bütününe bakılınca oldukça ağır basan zihnîliğine, mizah ve hiciv kudretine - Şikâyetnâme'de bütün bir komedi unsuru vardır, hem de en yüksek cinsinden - rağmen, Fuzûlî hayatı ve aşkı çok ciddi bir zaviyeden gösteren şâirlerdendir. Doğrusu istenirse, bir bakıma bütün lezzetleri kendine kapamış görünen bu insanda rastlayabileceğimiz tek haz, ıztırabın hazzıdır. Bir çeşit mazohizmden başka bir şey olmayan bu acıya atılış, onu özleme, onu hayatın tek gayesi, hatta sebeb-i vücudu gibi göstermesi, bu işteki ısrarı eserini öbür şâirlerimizden ayıran büyük vasıflardan biridir. Denebilir ki, Fuzûlî'nin şiiri, türkçenin içinde bir eski çağ trajedisinin korosu gibi döğünür.

Zevkimizi İstanbul mektebi diyeceğimiz büyük geleneğin tek başına idare ettiği devirlerde bile eserinin halk tarafından benimsenmesinin başlıca sebebi bu olsa gerektir.

Sözün kendi mükemmelliğiyle yetinemeyenler, şiiri bir iç ahenginde ve kendi lezzetlerinde aramayanlar daima ıztırabı, onun muhayyilemizdeki sihirli tesirini tercih ederler. Halk muhayyilesinde şâir, bir masalı olan insandır. Fuzûlî'nin eseri bu masalı daima besler. Kaldı ki, Fuzûlî ayrıca Leylâ ve Mecnun'u ile bütün edebiyatımız boyunca tek başına kalmış bir eserin sahibidir. Bâkî'nin Mersiye'si gibi Leylâ ve Mecnun'u da bir nevi uzun zamanı kapatan eserlerdendir. Nasıl XVIII inci asır sonuna, hatta doğrusu istenirse nev'in mahiyet ve üslup değiştirdiği XIX uncu asra kadar (Akif Paşa'nın küçük Hece mersiyesi ve Makber) mersiyeye çok rastlamazsak -gerçekten kendisini kabul ettirmiş eserden bahsediyorum - klasik mevzuları ele alan büyük mesneviye de öyle rastlamayız.

Muasırı Yahya Bey gibi, Ataî, hatta Nâbî gibi bu yolda heves edenler de az çok mahalli mevzulara, öğreticiye veya doğrudan doğruya tercümeye giderler. Ancak Şeyh Galib, Leylâ ve Mecnun'dan iki buçuk asır sonra Hüsn ü Aşk'ı yazar. Halbuki Hüsn ü Aşk, şahsi bir icat sayılması lazım gelen bir tasavvuf istiaresidir. Kendiliğinden yarışın dışındadır, demek istiyorum. Ve şüphesiz ki, arkasında Mevlevi tarikatına bağlı bütün bir mensur edebiyat, mesnevl şerh ve tefsirleri, belki de Nahifî'nin Mesnevi tercümesi sayesinde ana dilde kaynak bir eserle çok gençken karşılaşmanın tesiri vardır. Leylâ ve Mecnun ise mevzuunu bütün bir medeniyetin benimsediği, dilden dile ve kültürden kültüre geçerken değiştirdiği bir hikayedir.

Rahmetli Süleyman Nazif, bir yazısında Leylâ ve Mecnun'u Romeo ile Juliet'e benzetir. İlk bakışta oldukça şaşırtıcı ve mübalağalı görünmesine rağmen, bu benzetişte doğru bir taraf vardır. Shakespeare'de rönesans başlangıcı, Nizamî'de yarı kalmış bir rönesanstan başka bir şey olmayan müslüman ortaçağı aşk ve gençlik rüyasıdır. Ve bütün aşk ve gençlik rüyaları gibi, muayyen bir içtimai sistemin yaşayış, terbiye ve idealini içine alırlar. Bir rüya, bozulmaması, behemahal olduğu gibi kalması icap eden bir şeydir. Onun için ikisinde de ölüm o kadar tabii karşılanır.

Fakat Fuzull'nin Leylâ ve Mecnun'u bir noktada belki Nizamî'nin hatta Ali Şlr Nevai'ninkini de geçer. Onun Leylâ'sı öbürlerinden daha fazla genç kızdır. Juliet gibi, Ophelia gibi, isterseniz Homiros'un Nausica'sı gibi - çünkü bu rüya edebiyatta onunla, Homiros'la başlar - genç kız, eserde sadece Mecnun'un şaşırtıcı macerasını yaşamasını temin etmekle kalmaz, ay ışığında kapalı bir bahçe gibi olsa da her lahza kendi varlığını duyurur.

Onun kendi meseleleri içinde nasıl perişan olduğunu daima hissederiz. Fuzûlî'nin üslûptan üslûba geçerken - aynı mevzuun muhtelif şâirler tarafından ele alınması - zaruri olan teksif sayesinde olsa bile, burada psikolojik bir maden bulduğu âşikârdır.

Unutmayalım ki, genç kız edebiyatın en az yakalayabildiği şeydir. Avrupa şiiri - burada şiir kelimesi üzerinde ısrar ediyorum - Shakespeare'den sonra ancak Stendhal'de (Chartreuse de Parme'ın Clelia'sı), Dostoievsky'de (Beyaz geceler'deki genç kız ve bazı romanlardaki ikinci derecede şahıslar) ve Tolstoi'da (Harp ve sulh'daki Natacha) bu sade bekleyiş halinde varlığı, onun dıştan gelen en küçük müdahalede darmadağın olacağını bilen ve kendi içinde toplanan mukavemeti, o bembeyaz safiyeti ve çok def'a ölümden başka her hareketi reddeden mutavaatını bulabiliriz. O girdiği her eserde ıztırabı, ölümü bile güzelleştiren bir saadet ışığıdır.

İşte Fuzûlî'nin Leylâ ve Mecnun'unda kitabı bitirip gözlerimizi kapattığımız andan itibaren bizde Arap hikayesine ve Nizamî'nin gerçekten dahiyane olan yaratıcı tasarrufuna rağmen canlanan ilk hayal budur.

Fakat Fuzûlî'nin buluşu burada kalmaz. Belki muhit yakınlığı bu mesneviyi hiç olmazsa bir tarafından asıl başlangıcı olan Arap hikayesine yaklaştırır. Leylâ ve Mecnun, suyu sızdırdığı için serinleten o çok ince hamurlu testilere benzer. Her tarafından çöl sızar. Çöl sihirbazların en büyüğüdür. Çünkü biraz da seraptır. Serap, görünüşlerle hakikatin hiç bitmeyen karşılaşmasıdır. Çatlamış dudak, kamaşan göz ve daima kirişte kulak, durmadan bize serinlikler, çağlayan sular, bu sulara akın eden ceylan sürüleri ve kervan sesleri sunar. Hülasa, çölde bütün dikkatleriniz mevcut olmayanı icat eder ve ona doğru koşar. Onun içindir ki, çölün terbiyesi bir çeşit görünüşlere mukavemetin terbiyesidir.

Mecnun çölün kendisi, yahut daha iyisi, içine yerleşerek değiştiği varlık (incarnation) tır. Vahdet fikrinin, ondan daha manalı bir sembolü azdır. O daima Bir'in etrafında toplanmak ister, onun için daima bir şeylerden soyunur, her adımda bir şeyler atar. Daima en esaslıyı, aslînin ta kendisini buimak için gene çok esaslı bir şeyden (Leylâ'nın kendisinden ve kendi hayatından) vazgeçer. Onun bütün içtimal kayıtlardan sıyrılışı, bütün sorumluluklardan vazgeçerek elde ettiği hürriyet, ölümle ebediyetin böyle elele verişi, Müslüman Şarkın ezeli birlik rüyasıdır.

Şüphesiz ki, bütün bunlarda asıl icat şerefi şark şiirinin gerçek dehalarından biri olan Genceli Nizamî'nindir. Çünkü asli birkaç buluşa ve sembole rağmen, Arap hikayesini asıl işleyen ve bütün bir aşk ve vahdet özleyişinin masalı yapan, dağınık unsurları toparlayıp değerlendiren odur. Fakat Nizamî fazla İran'dır. Ve daha fazla da yaşadığı devirdir. Bunu anlamak için mesneviyi tercümesinden okumak yeter (Ali Nihad Tarlan'ın tercümesi).

Fuzûlî'nin Leylâ ve Mecnun'unda yukarıda bahsettiğimiz muhit yakınlığı, yerinden kopan Mecnun'u doğrudan doğruya denecek kadar kendi çerçevesine iade eder. Sonra mevzuuna tasarruf şekli büsbütün ayrıdır. Belki de kurulmuş bir dilin verdiği rahatlıktan mahrum olan Fuzûlî bu mesnevide büsbütün başka, eserin ve şahısların kabartmasını daha bâriz kılan bir ekonomi ile karşımıza çıkar. Ayrıca hiç de ihmal edilmemesi lazım gelen bir çeşit içten benzeme ve benimseme Mecnun tipini kuvvetlendirir.

Denebilir ki, Fuzûlî'nin bize şiirleriyle verdiği kendi iç dünyası, bütün rindlik ve kalenderlik heveslerine, bazen gerçekten sıkıcı sanat oyunlarına rağmen, iki örneğin etrafında toplanır. Mecnun ve Kerbelâ şehidi Hüseyin. Bu mihverin öbür kutbundan, Hüseyin ve Kerbelâ'dan ve Fuzûlî'deki şehit (martyre) psikolojisinden bir başka yazımızda bahsedeceğiz. Burada yalnız Mecnun'un ağzından yazdığı bazı gazelierin bir ikisini böyle seçtiğini, geçici olsa bile bu psikolojinin divanındaki bazı gazellerde devam ettiğini kaydedelim. Hatta yanılmak ihtimalini hesaba katmak şartıyle ciddi bir tenkidin, bu noktadan hareket ederek Fuzûlî'nin divan kısmındaki gazellerini Leylâ ve Mecnun'dan evvel ve sonra diye ikiye ayırabileceği ihtimali de öne sürülebilir.

Sanat tecrübesinin mühim bir tarafını da kompozisyonun bizzat sanatkar üzerindeki tesiri yapar. Bütün kompozisyon boyunca kahramanlarının hayatlarını yaşayan ve hatta eser bittikten sonra bunda bir müddet devam eden sanatkarlar bulunduğu gibi, bir eserdeki buluşları, öbürünü idare eden sanatkarlar da çoktur. Çünkü her tecrübe gibi, sanat da bir terbiyedir. Bu hususta Fuzûlî'ye en yakın misali bize Ruhi-i Bağdadi verir. Divanında şaheseri olan Terkib-i bend'ini devam ettiren veya ona hazırlık olan bir yığın gazel vardır.

Leylâ ve Mecnun'un daha mühim bir tarafı da vardır. Bu hikayede Fuzûlî'nin soluğunu ancak kitabın tertibi, yani zaruretler keser. Dil iyi yoğrulmuş bir heykel veya testi çamuru gibi bütün kolaylığıyle tahkiyenin emrindedir. Yer yer bazı uzunluklar ve ufak tefek tekrarlarla toprağın hamuruna karışmış çakıllarla ve iyi yoğrulmamış parçalara benzeyen birkaç mısradan sonra (bu cins mısraların çoğunun her iki kafiyesi birden arapça kelimelerden gelir) tekrar plastik kıymetine kavuşur. Ve modelesine (şekil verme), yani hikayeye devam eder.

Burada çamur ve heykel hayalini bir üslûp oyunu olarak değil, kuvvetle duyduğum bir şeyi anlatmak için kullanıyorum. Leylâ ve Mecnun'u her okuyuşumda daima çok yumuşak ve rahat bir madde ile karşılaştığımı hissettim. Fuzûlî'nin bazı kasideleri de bende bu hissi bıraktı. (Bilhassa "ben kimim ... " diye başlayan Kaside-i hasb-ı hâliye.) Zaten kendisi de büsbütün başka vesile ile doğduğu ve yetiştiği yerleri övmek için olsa bile, şiirinden bahsederken bu toprak hayalini kullanır (Arapça ve Türkçe Divanlarının mukaddimesi).

Acaba Fuzûlî dile getirdiği bu kolayca şekil alma kabiliyetini, bu yumuşaklığı, rahatlığı ve olgunluğu biliyor mu idi?

Şurası var ki, devri şiir dilimizin kurulduğu bir devirdir. Bunu ayrı bir makalede aniatmağa çalışacağız.

Cumhuriyet, 14 Şubat 1957



II.

XV inci asrın ikinci yarısı ile XVI ncı asrın ilk yarısı, şiir tarihimizin en feyizli devridir. Yeni bir şiir dilini yaratmak işini üzerlerine alan bu devrin şâirleri, büyük bir dikkat ve gayretle dilin üzerinde duruyorlardı. Aruzun sesini türkçenin organizmasına mal etmek onların hem ideali, hem de çalışmalarını idare eden büyük disiplindi. Daha o devirde ustası olan İran şiiri ile Türk şiiri arasında bir yarış başlamıştı.

Bu gayretle dil ve onunla beraber şiirin biraz da kendisi olan mısra (mısra, kozmosun içinde insan gibidir.) her on beş senede, yani her büyük şâirde bir kere yeni bir merhale kaydediyordu. Bu artık Şeyhî'de, Ahmed Paşa'da olduğu gibi yalnız muhteva itibarıyle bir zenginleşme değildir. Filhakika bu devirde Necatî, Yahya Bey, hatta bütün çözüklüğüne rağmen, Hayalî Bey ve Usulî gibi şâirler, Divan şiirimizin asıl güzelliğini yapacak olan değerleri bulmuş gibidirler. Bu ses ve söyleyiş tarzı, bir kelime ile ve en şümûllü manası ile şekil meselesi idi.

Eski şiirin İran şiirine bağlılığı, ufkunun dar oluşu, manzume şekillerinin hususîliği, bu şiire umumi şekilde bakılınca, bizi şüphesiz başka türlü hükümlere ve çok sert tenkitlere hatta inkârlara götürür. Fakat şiirlerimizden ziyade eski kültüre ait olan bu tenkit ve inkârların arasında bile, bazen bir mısra veya beyit, hatta bütün bir manzume havada güneş vurmuş bir gemi küpeştesi gibi hafızamızda birdenbire aydınlanır ve biz, bu eski şâirlerin yaptıkları işi bir lâhzada görür ve şaşırırız. Necatî Bey :

Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprak atan bâd-ı sabâdan gayrı

Ayağı yer mi basar zülfüne berdâr olanın
Aşk u şevk ile verir cân u seri döne döne

mısralarıyle sızlanırken yahut meşhur mersiyesinde :

Yanında bunca kulundan bir ademi bile yok
Beğim bu nice seferdir ki ihtiyar ettin

diye efendisine ağlarken Türk mısraının mahiyeti değişiyor, aruz sesimizin nizamı oluyordu. Bunlar o günün (Mersiye 1503 de yazılmıştır) türkçesi için yeninin ta kendisidir. O kadar yeniydiler ki, Latifî gibi şiir meraklısı ve oldukça uyanık bir adam bile tezkiresinde bu söyleyişlerdeki güzelliğin farkında görünmez ve bize Necatî'nin şiirinden örnek diye bugünün zevki şöyle dursun, devrinin zevkine dahi hitap etmesi şüpheli olan beyitleri ve mısraları, daha doğrusu mahallî şive tuhaflıklarını verir. Fakat mesaj, ondaki dersi alacak insana yahut insanlara tabiatıyle gidecekti. Nitekim aradan otuz yıl geçmeden Yahya Bey, efendisi Şehzade Mustafa öldürüldüğü zaman aynı vezinle, fakat daha değişik, daha velveleli bir sesle, aynı ruh hali ve çığlık halinde mısralarla kalbimizin yolunu arar:

Meded meded bu cihanın yıkıldı bir yanı
Ecel celâilileri aldı Mustafa Han'ı

Yabancı âlet aruz, bu mersiyenin ilk bendinde tıpkı Necatî'nin nadir mısralarında olduğu gibi, türkçenin kendi vücut çatısı ve hareket imkanıdır. Bundan sonraki heyecanlarımızı o idare edecek, toplumun kulağını o tatmin edecektir. Ah bu eski şâirler ... Niçin onları sık sık okumaz ve sevmeyiz, bir türlü anlamam. Bu mersiyedeki :

Nesim-i subh gibi yerde koma ahımızı

mısraı Nedim'i adeta iki asır evvelinden müjdeler. Nasıl gerçekten de bir sabah meltemi gibi hafif ve uyku arasında devam eden azabı yeniden uyanış gibi iç darlığı ile yüklüdür.

Her şey dildedir. Dil, insan dediğimiz duygu ve düşünce kaosunun vuzuh noktasıdır. Bir anda var oluruz, onunla şekil alırız. İyi yapılmış, yani tam şeklini bulmuş bir mısra dilin çiçeğidir. Matematikten geometriye, rakstan resim, heykel nağme ve musikiye kadar insan zekasının bütün mebdelerini ve zaferlerini, bütün tecrübelerimizi toplar. Şeklini bulmuş mısra, dile geçişiyle kazandığı vuzuhu kaybetmeden insanı uzviyetinin en canlı tarafına, bütün teessüri hayatının başlangıcı olan noktaya, sesine, nabzına iade eder.

Necatî öldüğü zaman (1507) Fuzûlî (Profesör Köprülü'nün doğumu için tahmin ettiği 1489 - 1494 yılları kabul edilirse) 13- 18 yaşlarında idi. Bâkî ise Necati'nin ölümünden yirmi yıl sonra (1526- 1527) doğar. Kanuni Bağdad'ı fethettiği yıl Fuzûlî - gene aynı tahmine göre - kırk bir veya kırk altı yaşlarındadır. Bâkî ise sekiz yaşlarında bir çocuktur. Belki de tezkirenin yazdığı gibi, bu yıllarda küçük bir saraç çırağıdır ve ellerinden büyük tokmaklarla yumuşak ve ağır kokulu meşinleri döğmekte, tahta çanaklarda ustasına çiriş hazırlamaktadır. (Bu en büyük şâirimizin işe saraç çıraklığından başlamasına bayılıyorum. Kendisine çok yakın vesikalar bunu söylemeselerdi, ben böyle bir masalı kendim uydurmak isterdim. Çünkü şiir ve alel-umum sanat her şeyden evvel bir zanaatkârlık, madde üzerinde çalışma işidir. Parmaklarının arasında dili, şekil vereceği bir madde gibi görmeyen şâir, hiç bir surette şâir olamaz). Fuzûlî'nin ölümü yılında ise yirmi dokuz yaşında, şöhretinin eşiğindedir. On sene sonra Kanuni için söylediği Mersiye ile sesi bütün imparatorlukta çınlayacaktır.

Bu küçük ve noksan kronoloji, şiirimizin gelişmesinde Fuzûlî'yi Necati Bey ile Bâkî'nin arasına kendiliğinden koyar. Bunu söylemekle, Fuzûlî olmasaydı, Bâkî'nin sanatı olmazdı, demek istemiyorum. Ne de Zâtî, Yahya Bey, Hayâlî, Usulî gibi devrin büyük şâirlerinin bu XVI ncı asır şiirindeki yerini inkar ediyoruz.

Zaten Fuzûlî'yi çağdaşı olan Diyar-ı Rum şâirlerinden ve bilhassa Bâkî'den birçok hususiyet birden ayırır. Kullandığı Âzerî lûgatı burada belki ikinci derecede kalır. Asıl mühim ayrılık sanatında, bütün bir ömür boyunca süren bir uzlette, muayyen mazmunların, hayallerin üzerinde ısrarla durmak sayesinde kendisi için vücuda getirdiği (çünkü her şâirde iradi taraf daima öndedir) söyleyiş ve duyuş tarzındadır. Gerçekten Fuzûlî, eski şiirin içinde, Âzerî zevki ile geldiği için değil, kendisi olduğu, kendisine mahsus bir ferdî masalla geldiği için, uzak ve az çok muhtar bir eyalete benzer.

Kaldı ki, bilhassa gazellerine bakılırsa Fuzûlî daha ziyade asır başı şâirlerine yakındır. Onlar gibi, sözü çok def'a dilin içinden adeta zorla çeker. Ve şüphesiz bizim için bazı söyleyişlerinin lezzetini, dili şâirle beraber bulmamız zannı yapar.

Bununla beraber birkaç gazel ve kasidesinde, bazı musammatlarında ve bilhassa Âl-î Abâ mersiyesi'nde tecrübe değişir, klasik şiirimizin en büyük vasfı olan o doğrudan doğruya konuşmaya, rahat ve geniş soluklu mısraların dünyasına gireriz :

Kârbân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havfın çeküp
Gâh Mecnun gâh ben devr ile nevbet bekleriz
.....
Bir bölük ankalarız Kaf-ı kanaat bekleriz
.....
Esîr-i gurbetiz biz senden özge âşinâmız yok
.....
Sabâ kûyunda dildarın nedir üftâdelerin hâli
Bizim elden geçersen bir haber ver âşinâlardan
.....
Gam-ı eyyâm Fuzûlî bize bidâd etti
Gelmişiz acz ile dâd etmeğe sultânımıza
Göklere açılmasın eller ki dâmânındadır.

Bunlar o cins mısra ve beyitlerdir ki, bütün bir medeniyet değişmesinin arasından hatırlarken bile içimizde bir şeylerin kabardığını ve değiştiğini, zamanımıza çok yabancı birtakım tecrübelere ister istemez râm olduğumuzu duyarız. Fakat asıl mühimi, bu mısra ve beyitlerin dili ve söyleyiş tarzı, kimi yalvaran, kimi tenhada kendi kendimize mırıldanmayı isteyen ve kimisi de nefes cihazımızı sonuna kadar zorlayan ses perdeleridir. Çünkü doğrusu istenirse bütün bu hayaller Fuzûlî'den çok evvel, hatta ezberlenmiş şeyler gibi vardı. Fakat Fuzûlî, söyleyişi ile onları değiştirdi. Birkaç misli çoğaltabileceğimiz bu örneklere, Nedim'in uçan çapkın beytinde hiç de yerini yadırgamayan :

Arzu sergeşte-i fikr-i muhâl eyler beni

mısraıyle gene onun bir şarkısından kopmuş zannını bırakan:

Kanı ey zâlim bizimle ahd-ı peymân ettiğin

mısraını ve nihayet aruzu tatlı bir konuşma yapan o çok hafif, yarı çığlık ve bütün sevgi, yalvarma ve oyun:

Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım

hitabını, şâirin dili kaç tarafından ele aldığını göstermek için ilave edelim. Fuzûlî bu cins mısralarda aruzla ve dille gerçekten oynar. Bazen vezni bir mısraın içinde birkaç kere kırar. Bu rahat mafsallı mısralara kasidelerde daha sık rastlanır. Bazen de kasidelerde sözü çeşitli oyunlarla âdetâ kafiyeli ve vezinli bir nesir haline getirdiği olur. Türk kasideciliğine Bâkî'den Nedim'e kadar bir yığın şaheser kazandıran o tatlı hasbıhâl edasını getiren, biraz da her söylemek istediğini ne yapıp yapıp behemahal söyleyen bu üç dilin virtüozu filolog şâirdir.

Fakat bu dil kudretinin kendisini en iyi gösterdiği manzume şüphesiz ki Âl-î Abâ mersiyesi'dir. Denebilir ki, Şeyhî'den başlayarak Ahmed Paşa, Kıvâmî, Necatî Bey'in mersiyeleriyle tek bir veznin (mef'ulü/fâilatü/mefâilü/fâilün vezni) etrafında hemen hemen bir asır boyunca devam eden bir yığın tecrübe, bu mersiyede asıl şeklini ve kıvamını bulur. Daha birinci mısraından itibaren Fuzûlî bize kendi sesini kabul ettirir. Üçüncü parçada ise, sanatının en yüksek noktasındadır :

Tedbir-i katl-i Âl-i abâ kıldın ey felek
Fikr-i galat hayal-i hatâ kıldın ey felek
Berk-i sahâb-ı hadiseden tığlar çeküp
Bir bir havale-i şühedâ kıldın ey felek
Bir rahm kılmadın ciğeri kan olanlara
Gurbette rûzigârı perîşân olanlara

Birbirini kovalayan dalgalar gibi üstümüze gelen on mısradan sonra bend beytindeki dönüş ve sözün kudretinden hiç bir şey kaybetmeden kesiliş, şiirimizde ilk def'a görülüyordu.

Şüphesiz Kanuni mersiyesi'nde bu parça ile dahi ölçülemeyecek kadar güzel şeyler vardır. Kaldı ki, Bâkî'nin soluğu bütün mersiye boyunca kesilmeden devam eder ve bend beyitleri daima birbirinden üstün bir eda ile parçaları kapatır. Bununla beraber İstanbullu şâirin zafer arabasının Fuzûlî'nin açtığı yoldan geçtiği de inkar edilemez.

Cumhuriyet, 28 Şubat 1957

AHMET HAMDİ TANPINAR


ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI