XIV. yüzyıl Azeri edebiyatının en güçlü temsilcisi olan Nesimi'nin geniş
ünü ve etkilerine karşın yaşamı üzerine bizi tam anlamıyla aydınlatabilecek
yeterli bir bilgiye sahip değiliz.
Bu konuda çeşitli kaynaklardan edindiğimiz bilgiler, doyurucu olmadığı
gibi, birbirine aykırı düşer niteliktedir.
Lâtifî ve Hasan Çelebi Tezkereleri, onun Bağdat dolaylarında Nesim
adlı bir bucakta doğduğu için bu adla anıldığını yazmaktadırlar.
Şairle aynı çağda yaşayan İbnü Hacerü'l Askalanî İnbâu'l-ğumur bi-
ebnâül-umr adlı kronolojik tarihinde ondan Nesimeddin Tebrizi diye sözediyor ve sonradan Halep'e geldiğini bildiriyor. Riyazu'l-Arrifin'de ve daha
başkalarında ise Şirazlı olarak gösteriliyor.
Bütün bu söylentilere karşı Âşık Çelebi Tezkiresi'nde "Türkmani-
cins ve Amidî-dâr ve halk içre siyâdetle şöhre-dâr” olduğu yazılıdır.
Faik Reşat Bey de "Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye"sinde (S: 114), "Türkmen cinsinden olduğunu ve Diyarbekir'de doğduğunu” söylüyor ve sonra
da "bazı kimseler Bağdat'ta Nesim namında bir karyeden olduğunu, bu
münasebetle Nesimi tahâllüs ettiğini beyan ederlerse de sahihi yazdığımız
gibidir" diyor. Fakat nedense, bu kesin yargıyı neye dayanarak verdiğini
bildirmiyor.
Mehmet Halit "Tezkire-nevislere nazaran Nesimî'nin hayatı” başlıklı
makalesinde ise hiçbir kesin kanı belirtmemekledir.
Nesimî'nin milliyeti üzerinde de kaynaklar arasında bir birlik görme
olanağı yoktur. Ümmet çağında büyük bir önem taşımayan bu konunun
bugünkü tartışması biraz güç olmaktadır.
Tarihler ve tezkireler ondan "Seyyid, sahihü'l-ensab, kıdvetü's sâdat”
diye söz ettikleri gibi, o da kendisini divanında soyca Hz. Peygamber'e
bağlamaktadır.
Ben ki bugün Nesimî'yem, Haşimîyem, Kureyşîyem
Benden uludur ayetim; ayete, şana sığmazam.
başka bir yerde:
Makam-ı aşk-ı Muhammed bugün Nesimi'dir
Ki ehl-i Âl-i Nebîdir ki kıldı ol idrak
diyor.
Şu da bilinen bir gerçektir ki, tarikata bağlı olanlar, özellikle şeyhler
öteden beri kendilerini "seyyid” diye anarlar. Buna içtenlikle inanırlar. Bu
gün bile Güneydoğu Anadolu'da birçok kişiler, kendilerinin seyyit olduklarına inanırlar. Elinde soy kağıtları (şecere) bulunmayanlar, manevi yönden güçlü
olduğuna inandıkları kişilere murakabe ve istihare yaptırırlar. Hele Azerbaycan'da
ve İran'da kendilerinin seyyid olduklarına inanan birçok kişiler, başlarında yeşil sarık, sineleri açık olarak dolaşırlar. Onların Peygamber soyun
dan geldiğine inananlar, aşırı bir saygı ile açık sinelerini öperler. Kaldı ki,
"Nuru'l Hüda Limeni' h-teda" adlı eserde Hurufi halifelerine seyyid denildiğini görüyoruz.
Buna karşılık Nesimi kendi divanında, tarihi kaynaklara uygun olarak
kendisinin Türkmen olduğunu açıkça belirtiyor:
Arab nutku dutulmuştur dilinden
Sana kimdür diyen kim Türkmansen
Burada, Türkmen olduğu halde, çok iyi Arapça konuşan ve şiirler
yazan şairin bu gücüyle Arapları bile büyülediğini anlatan bir fahriyesini
görüyoruz.
Nesimi'nin asıl adı İmamüddin'dir. İbn-i Hacer, ondan Nesimüddin diye
söz ediyor. Bazı divanlarındaki şiirlerinde "Hüsseyni" mahlasını da kullandığı görülüyor. Divanındaki bir beyitte de "Ebü'l-Fazl” künyesini kullanmıştır:
Çün Nesimi'nün Ebü'l-Fazl oldı Hakdan künyesi
Cümle esmanun hurufı ayn-ı elkabındadur
Nesimî'nin ölüm yılında da tarihi kaynaklar arasında bir söz birliği
yoktur.
Mecalisü'l Uşşak'ın bazı nüshalarında ve Riyazu'l-Arifin'de (h. 837
-1434), Îbn-i Hacer'le, Kâtip Çelebi'nin Keşfu-z-Zunun'unda (h. 820 - 1417—8)
de, Faik Reşat'ın "Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye"sinde İse (h. 866 - 1461) tarih
lerinde öldüğü kayıtlıdır.
Hurufi şairlerinin en değerlilerinden biri olan Refiî-ki Nesimi'ye intisab
etmiş, onun en sadık müritlerindendi. —h. 811'de yazdığı "Beşâretname”
adlı eserinde Nesimî'nin artık o tarihte ölmüş olduğunu bildirmektedir;
Bana olaldan Nesimî dest-gîr
Secde ider karşuma bedr-i münir
İrmeseydi Hak Naiminden Nesim
Bize yol göstermeseydi ol kerim
Câhil ümahrum-ı ser-gerdan idüm
Her nefes bir fikr ile hayran idüm
Benligüm bana hicab olmuş idi
Batınum mülki harab olmuş idi
Gerçi birkaç fenden almışdum haber
Seçmez idüm anlarunla hayr u şer
Bir yola giderken azar iderüm
Geh yaparum geh giru yüz iderüm
Gah sünni dirilürdüm geh hakîm
Hiçbir mezhebde olmazdum mukim
Medh iderdüm gâh tenasuh mezhebün
Gâh derhrînun öğerdüm meşrebün
Geh meşayihden virür idüm haber
Dir idüm yokdur bulardan mu'teber
İşb
u resme her yolı arar idüm
Şol kadar arar idüm k'azar idüm
Kande bir kâmil işidürdüm ki var
Anı bulmayunca kılmazdum karar
Bulub arardum zamirin ser-be-ser
Görür idüm ol dahi benden beter
Her ne dürlü ilme kim kılsam nigâh
Nesne feth olmaz idi eyderdüm ah
Ol Nesim-i Rahmet-i Fazl-ı Huda
Ol İmadüddin sırr-ı Murteza
Canu ten göziyle gören ademi
Ol ki çoklar oldı andan ademi
OL şehid-i aşk-ı Fazl-ı Zülcelâl
Bend u zindanlarda yatan mah u sâl
Ol belâdan ah u efgan itmeyen
Söyleyen esrar pinhan itmeyen
Ol Mesiha-veş seyahat eyleyen
İrişüb her yerde hakkı söyleyen
Kutb-ı âlem pîş-vay-ı ehl-i din
Server-i âfâk emiru'l.müminin
Kim bana bildürdi kimdür Fazl-ı Hak
Perde açıldı vu göründü tabak
Bu harabatumı mâmur eyledi
Zulmet-âbâdumı pür-nûr eyledi
Hızr imiş sundı bana Ab-ı Hayat
Aldum içdüm rihlet itdi müşkilât
diyerek, Nesimî hakkında aydınlatıcı nitelikte bilgi veriyor. Bu manzumenin
sonunda rah-ı Huda kelimeleriyle eserin yazıldığı h. 811 (1408)
tarihine işaret ediyor.
Bu Beşâretname'yi kıldum temam
Savmun evvel cum'ası gün vesselâm
Tarihi kendileyin
Serbeser ebyatı oldı rehnüma
diyor.
Bundan ötürüdür ki, Rahmetli Prof. Fuat Köprülü Hayat Dergisi'nde
"Nesimî'nîn Ölüm Tarihine Dair" yazdığı makalede bu belgeyi temel olarak
almış ve "Mecalisu'l-Uşşak'ın kimi nüshalarında rasladığı h. 807 (1404) kaydıyla, Petersburg yazmalar kataloğunu hazırlayan Doren'in eserindeki tarihle
bu kanısını desteklemiş ve Nesimî'nin kesin olarak h. 807 (1404) yılında öldüğü sonucuna varmıştır.
Rahmetli Ali Canip Yöntem'in ise, Güneş Dergisi'ndeki makalesinde İbn-i
Hacer'in "Înbâu'l-ğumur bi-ebnâi'l-Umr” adlı kronolojik tarihindeki bilgiye dayanarak h. 820 (1417) öldüğünü yazması da dikkate değer görül
melidir. Zira, kronolojik tarih yazan bir tarihçinin, olayları yıllara göre yaz
mak zorunluğunda oluşunu düşünerek on üç yıl gibi önemli bir zaman atlaması
yapmayacağını kabul etmek gerekir.
Hele ilk kez bizce saptanan tarihi ve çok önemli bir kaynak Nesimi'nin
ölümü olayını, aşağıda yazdığımız gibi bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Onun
öldürülmesinde rolü olan kişileri birer birer sayıyor. Bu arada olayın Mem
lûk Sultanı El Mueyyed Seyfu'-d-din Şeyh (Burci) in hükümdarlık yılları
h. 815—824 (1412—1421) içinde geçtiğini de görüyoruz.
Bu belgeler ile İbn-i Hacer'in verdiği bilgi gerçeğe daha da yaklaşmış
oluyor.
Tezkireler ve tarihi kaynaklar Nesimî'nin derisi yüzülerek öldürüldüğü
nü yazmaktadırlar. Buna neden olarak da şeriatın dış yüzüne aykırı görülen
düşünceleriyle, bu düşünceleri yayan şiirler söylemiş olması gösteriliyor.
Oysa ki, Arap tarihlerinden edindiğimiz bilgi bu nedenlerin birer bahane
olduğunu, gerçekte sağlam kişiliği, güçlü etkisi olan Nesimî'nin manevi etkisinin daha da artmasıyla çevresine pek çok yandaş toplaması ve böylece
zaten o zaman karışık bir ortam olan Halep'te adamlarıyla yeni olaylar çıkarması kuşkusu ile politik bir tedbir olarak onu öldürmüş olmaları ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. Aslında Nesimî'nin Anadolu'daki birçok ünlü emirlerle ilişkisinin bulunması, onların saygılarını kazanmış olması Memlûk emirlerini dehşete düşürüyordu.
Kaldı ki, XIV. vüzyl gibi önasya'da tasavvuf ya da vahdet-i vücût
akımının pervasızca geliştiği bir dönemde, yalnız bu yöndeki inançlarını ve
görüşlerini açığa vurduğu için insafsız bir ölümle cezalandırılmasına inanmak
biraz güçtür.
Âşık Çelebi ve Hasan Çelebi Tezkirelerinde Nesimi'nin gizlenmesi gereken bir takım sırları açığa vurduğundan ötürü böyle bir sonuçla karşılaştığı belirtilmektedir. Âşık Çelebi, Hasan Çelebi'ye oranla olayın nedenini daha
ılımlı bir dille açıklıyor:
Lâtifi ve Künhü'l-Ahbar'da Nesimi'nin bu coşkunluğunun iş
açabileceğini düşünen kardeşi Şah Handan tarafından uyarıldığı yazılıdır.
Nesimî gibi çağının sufilerinden olan Şah Handan, kardeşine bir mektup
yazarak, herkesin anlayamayacağı ve hazmedemeyeceği duygu ve düşüncelerini gizlemesini salık vermiş ve ona:
Gel bu sırrı kimseye faş eyleme
Hân-ı hassı
âmiye aş eyleme
beytini yazmış ve fakat aldığı karşılık:
Derya-yı muhit cûşa geldi
Kevn ile mekân hurûşa geldi
Sırr-ı
ezel oldu aşkâra
Arif nice eylesün müdâra
beyitleriyle başlayan uzun manzume olmuştur.
Nesimî'nin yaşamıyla ilgili olarak şimdiye dek hiçbir kaynakta göreme
diğimiz, bu konuda bizi en çok aydınlatan Arap tarihçisi Et-Tabbah'ın "I"-
lamu'n-nübela bi-tarih-i Halebu'ş-şehba” adlı tarihindeki bu konuda yazılanların çevirisini öneminden ötürü aynen veriyoruz:
Künûzu'-z-Zeheb'de der ki:
Yukarıda anılan Yaşbeg gününde zındık
Nesimi öldürülmüştür.
İbn-i Hatıbu'n-Nasıriyye adlı şeyhin ve o zaman Şeyh İzzeddin'in nâibi
olan Şemseddin İbn Eminü'd-devle, Kadıyu'l-kudat (kadıların kadısı, en
yüce yargıç) Fahreddin'eli Mâlikî ve Kadıyu'l-Kudat İbni Hazuk denilen
Şahabettin Hanbelî'den kurulan mahkemede, sarfettiği sözlerden ötürü
Nesimî için dava açılmıştı. Bazı akılsızlarla onlara uyanlar da, Nesimî'nin
kâfir, zındık ve mülhid olduğuna inandırılmışlardı. İbn-i Şankaşu'l-Hanefi
bu davayı yargıçlar ve ilin din bilginleri (ulema) önünde açtığı zaman Naib
ona: "Eğer sen iddialarını ispat edemezsen seni öldürürüm" dedi.
Bunun üzerine o, davadan çekindi.
Nesimi ise, hakkındaki iddiaları reddetti, kelime-i şahadet getirdi. Söz
lerine başka bir şey katmadı.
Sonra o meclise Şehabettin İbn-i Hilâl geldi ve Kadı Mâlikî'nin oturduğu
yerden daha yüksek bir yere oturdu. Bu mecliste, Nesimi'nin zındık olduğuna ve öldürülmesi gerektiğine, tövbesinin kabul olmayacağına dair fetva
verdi.
İbn-i Hilâl, oturduğu yerden Maliki'ye dönerek:
"Niçin öldürülemez?" diye sordu.
Mâlikî: "Sen kendi el yazınla öldürülmesi gereklidir" sözünü yazabilir mi
sin? diye sorduğunda: "Evet” dedi ve fetvanın suretini yazdı.
Bunun üzerine onun hattı (yazısı) İbn-i Hatıb'a, öbür kadılara ve orada
bulunan din bilginlerine (ulema) sunuldu ise de onlar öldürülme kararına katılmaktan çekindiler.
Sonra Mâlikî: "Madem ki kadılar ve din bilginleri bu
kararı desteklemiyorlar, ben nasıl senin sözünle öldüreyim", dedi.
Yaşbeg: "Ben kendim öldüremem; zira Sultan bana sonucu kendisine
bildirmemi, Nesimî hakkında verilecek buyruğu beklememi emretti” dedi.
Meclis dağıldı. Durum Sultan'a bildirildi. Nâib. Nesimî'yi tekrar kalenin zindanına çıkardı.
Bir süre sonra Sultan Müeyyed: "Derisi yüzülsün ve Haleb'de yedi gün teşhir edilsin, dellal bağırsın. sonra da organları kesilsin. bir parçası Dulkadir
oğlu Ali Beğ'e, kardeşi Nasıruddin ve Osman Karayülük'e gönderilsin; çünkü
bu Nesimi bunların inançlarını bozmuştu” diye resmi buyruk gönderdi.
Bunun üzerine Nesimî öldürüldü.
Tarihi olayın ayrıntıları bize gösteriyor ki, Nesimî ve benzeri kişilerin
ortadan kaldırılmalarının hemen daima gerçek nedenleri politiktir.
İnanç ve davranışların, dine aykırı olduğunu herkese duyurarak
kamu oyundan işin gerçeğini saklamak içindir.
Nesimi'nin gözünü kırpmadan ölüme meydan okuması İslâm dünyasın
da onu bir kahraman olarak yükseltmiş,bu olayla ilgili menkabevi hikâyelerin söylenmesine olanak hazırlamıştır.
Yalnız sufi şairler ve yazarlar değil, aynı zamanda halk ve saray şairleri de bu haksızlık ve zulüm karşısında içten ağlamışlar, şairin ölümüyle
ilgili çeşitli menkıbeler, öyküler uydurmuşlardır.
Aşağıdaki menkibeler bunların en ünlüleridir:
I - Şair, şiirleriyle görüşlerini yaymaya başlayınca, bu şiirleri bir gencin
elinde görürler. Delikanlıya: Bu şiir senin mi, Nesimi'nin mi diye sorarlar. O da
"benimdir” der. Onu asmağa karar verdikleri anda Nesimi yetişir: "Şiir benimdir, bu genç bu sözleri benimm hatırım için benimsemiştir” der. Bunun üze
rine çocuğu bırakıp, Nesimî'nin derisini yüzerler ve fazla kan kaybından
yüzünün sararması üzerine:
"Ben aşk feleğinin güneşiyim. Aşkın doğduğu yerden doğmuştum. Şim
di gurub ediyorum. Güneş, batacağı zaman sararır onun için bu durumdayım"
diye seslenir.
2 - Başka bir söylentiye göre, Nesimi'nin küfrüne ve öldürülmesine fetva veren kadı: "Bu öyle bir kâfirdir ki, kazara pis kanı insanın bir yerine
sıçrasa, orasını kesmek lâzım gelir" demiş. Garip bir rastlantı sonucu Nesimî'nin derisi yüzülürken seyreden müftünün parmağına bir damla kan sıçrar. Orada bulunanlardan biri müftüye: "Fetvanız gereğince parmağınızın kesilmesi gerekecek” demiş. Müftü: "Ben o sözü örnek diye söylemiştim” diyerek sözü değiştirmeye çalışmış. Bunun üzerine Nesimî müftünün bu hazin
durumuna bakarak gülümser ve orada şu beyti söyler:
Zahidin yek parmağın kessen döner Haktan kaçar
Gör bu miskin aşıkı ser-pa soyarlar ağlamaz!
Yine halk arasında yayılan söylentilerde, Nesimî'nin derisi yüzülerek
öldürüleceğinin keramet yoluyla bilindiğine işaret edilir:
Nesimî ile Kemal Ümmî birlikte Sultan Şüca'nın tekkesine gitmişler.
Baba Sultan'dan izinsiz bir koçunu boğazlamışlar. Baba, haberi olmadan
yapılan bu işe pek üzülmüş, Cemâli celâle dönerek, Nesimi'nin önüne bir
ustura, Kemal Ümmî'nin önüne de bir ip bırakmış. Böylece birinin derisinin
yüzüleceğine, öbürünün de asılacağına işaret etmek istemiş.
Fazlullah Hurufî de Nesimi'nin Halep'te uğrayacağl büyük felâketi
önceden keşif ve keramet yoluyla sezmiş, ona; "Seyahat edecek olursa
gitmemesini, eğer yolu oraya düşerse çok uyanık ve ihtiyatlı davranmasını"
salık vermiş ve şu beyti söylemiş:
Ger be-sefer mirevî ez Haleb endişe kun
Ger be-Haleb mî-resî hazıru gındil bâş
Nesimî'nin şiirlerinin ve sözlerinin dine aykırı gösterilerek insanlık dışı
yollarla öldürülüşü yalnız onu izleyen Hurufî-Bektaşi ozanlarını etkilemekle
kalmamış, bütün İslam aleminde ona olan sevgi ve bağlılığı arttırmıştır.
Kendi müridi Refiî'nin "Beşaretname"sinden Nesimi'yle ilgili bölüm
daha önce olduğu gibi aktarılmıştı. Bu örneğin şairin yaşamına geniş ölçüde ışık tutmasıyla birlikte ölümünün bıraktığı etki yönünden de değeri büyüktür.
Yine XVI. yüzyılın başında yaşayan Hatayî (Şah İsmail Safevî), şiir
lerinden birinde Nesimî olayına şöyle değinmiştir:
Mihr u vefa biri birinden azdı
Behlûl baykuşleyin viranda gezdi
Seyyid Nesimî'yi zahidler yüzdi
İncinmedi Haktan gelen cefaya
diyor.
Türkmen ozanlarından Mahdum Kuli de, çağdaşı Hîveli Durdu Şeyh
ile yaptığı atışmada Nesimi'nin başına gelenleri hatırlatıyor:
Mahdum Kuli:
"Ol nemedir yemediler doydular
Ol nemedir kiyamete koydular
Ol kim idi dabanından soydular
Şair olsan şundan bizc haber ver".
Durdu Şeyh:
"Ol didardır yemediler doydular
Ol namazdır kıyamete koydular
Nesimi'ni dabanından soydular
Bizden selam olsun cevap şöyledir."
Kızılsu dolaylarında yaşamış bir Türkmen ozanı da:
Nesimi'nin dabanından soydular
Saman tıkıp dervazede koydular
Yedi günden haklığını duydular
diyerek acı acı feryat ediyor.
Nihayet Üsküdarlı Sâfi de Nesimi'ye olan hayranlığını şu kıtasıyla an
latıyor:
Yüzüldün dönmedin merdanelikten
Huda'ya böyledir hubb-ı samimi
Kesafetten çıkup oldun bihakkın
Gülistan-ı ilahinin nesimi
Görülüyor ki, Nesimi'nin bu acıklı ölümü kendisinden sonra gelen birçok
ozanlar arasında izleri silinmeyecek etkiler bırakmış, onu halka düşünceleri
uğruna başını vermekten çekinmeyen kutsal bir şehit olarak tanıtmıştır.
Şairin mezarı Halep'te kendi adıyla anılan tekkededir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi onun mezarı hakkında şunları yazıyor:
"İç kale hendeği kenarında Şeyh Nesîm tekkesi bir küçük âsitanedir. Amma bir başka ruhaniyet var. Nesimî Hazretleri derisi yüzülmüş iken bu
mahalde gelip gaip olup, tilâvet-i Kur'an ederken bulup yine meydan-ı si
yasete getirdiler".
İ'lâmü'n-nûbelâ da Evliya Çelebi'nin verdiği bilgiyi destekleyerek:
"Nesimî Ferafire mahallesinde hükümet konağına yakın Sultan Hamamı
denmekle bilinen hamamın karşısında kendi adıyla anılan tekkesinde gömülü
dür. Bu tekkenin Şeyhlerine Nesimî demek âdet olmuştur” diyor.
Buna göre, Nesimî'nin öldüğü yerin kesinlikle Halep olduğu ve mezarının
da kendi adıyla anılan tekkede bulunduğu anlaşılmaktadır. Buraya dek
çeşitli kaynaklara dayanılarak verilen bilgi ne yazık ki, onun yaşamı üzerinde bize tam bir fikir vermekten uzaktır.
XIV. yüzyılın ikinci yarısıyla XV. yüzyılın başlarında Önasya'da ve
özellikle, Anadolu'daki çok karışık toplumsal ve siyasal durum, şairin belirli
bir yerde yerleşmesine engel olmuştur. Bu nedenle İran, Irak, Anadolu ve Suriye'yi bir baştan bir başa dolaşmış çeşitli emirlerle görüşmüş, halkın
içine girmiş, görmüş ve inançlarını çevresine yaymak için çaba harcamıştır.
Osman Karayülük, Dulkadiroğlu Ali Bek ve Nasruddin gibi tanınmış
emirlerle birlikte bulunduğunu ve inanç ve düşüncelerini benimsettiğini, yine tarihlerden öğreniyoruz.
Nesimi'nin yaşadığı ortamı biraz daha aydınlığa kavuşturmak için XIV.
yüzyılın ikinci yarısıyla XV. yüzyılın ilk dönemini kısaca gözden geçirmek
gerekir.
Türkler daha Malazgirt (1071) başarısından sonra Anadolu'da ve Önas
ya'da merkezi devletler kuma çabasındaydılar. Bunun ilk başarılı sonucu
Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurulması olmuştur.
XIII. yüzyılda büyük bir imparatorluk kuran Moğol soyu ise, yüzyıl
boyunca Önasya'da da huzur bırakmamıştı. Bu yüzyılın sonunda Anadolu
Selçukluları bu uğraşılara dayanamayarak dağılmak zorunda kalmışlardı. Bir
yandan Moğol soyundan gelen emirler, bir yandan da Türk beyleri yeni yeni
devletler kurmuşlardı.
Yüzyılın ikinci yansında İran'da Muzafferiler; Azerbaycan, Doğu Ana
dolu, Irak alanlarında Celayirler; Kara Koyunlular; Ak Koyunlular; Mısır
ve Suriye'de Memlûkler; Sivas ve çevresinde Kadı Burhaneddin de kendi
egemenliklerini sürdürme çabasındaydılar. Anadolu'nun batı yakasında ise
Konya Selçuklularının yıkılmasıyla bağımsızlıklarım kazanan öteki Anadolu
Beylikleri de ayni uğraşı içindeydiler.
Önasya'mn doğu ve batısındaki bütün bu küçük devletler, kimi zaman
siyasal entrikalarla, uzun sürmeyen anlaşmalarla, kimi zaman da yaptıkları
baskın ve savaşlarla varlıklarını güven altına almak istiyorlardı. Kendilerini
güçlü bulanlar da komşularını ortadan kaldırarak sınırlarını genişletmeğe
çalışıyorlardı. Bu yüzden Önasya'da hiçbir yörenin dirliği, düzeni yoktur.
Yüzyılın sonuna doğru Osmanlılar öteki beyliklerin birer birer egemenliklerine son verip tam bir merkezi otorite sağlayacakları sırada Doğu'dan
gelen Timur ordusuyla çarpışmak zorunda kalmıştı. Tarihi olayların gelişimi
Moğollarla Türkleri bir kez daha karşı karşıya getirmişti. Timur
Altın-Ordu devletini de yıkınca Ortaasya'da kendisine karşı koyacak bir güç kalmamıştı.
1384—1387 yıllarında Kuzey İran'ı, Ermeniye'yi ele geçirdi. 1393'de Bağdat
ile birlikte Elcezire'yi, Diyarbakır ve çevresiyle Van'ı kuşattı. Sultan Ahmet
Celâyir, Mısır'da Sultan Berkuk'a sığındı. Ne var ki, durumlarını tehlikede
görünce Karakoyunlu Yusuf'la birlikte Yıldırım Bayezit'e sığınmak zorunda
kaldılar.
Akkoyunlu Osman Karayülük ise, 1398'de Sivas Emiri Kadı Burhaneddin'i öldürdü. Gürcistan seferinden dönen Timur'a Anadolu'da öncülük etti.
(1403) de Timur Anadolu'dan ayrılırken Diyarbakır ve dolaylarını ona bağışladı. Böylece bir ucu Doğu Anadolu'da. bir ucu İran'a uzanan büyük bir
imparatorluk kurdu.
Ankara Savaşı'nda (1402) Bayezid'in yenilgisinden sonra Yıldırımın
oğulları arasındaki taht kavgaları 11 yıl sürdü. (1413)
Timur'un açtığı savaşlarla halklar ve hanedanlar dağıldı. Tac ve taht
sahipleri, çağın büyük devlet adamları yerle bir oldu, Horasan'dan Şam'a
dek büyük şehirler, başkentler birer harabeye dündü. Bu savaşlar ortalama
6 milyon insanın ölümüne sebepoldu. Halk üzerinde bu korku ve bezginlik
uzun süre etkisini sürdürdü. Bu nedenle o günün şairlerinde çoğunlukla dün
yaya ve hayata güvensizlik duygusunun egemen olduğunu görürüz.
Canlarından bezgin bu insanlar, en iyi avunma yolunu tasavvufa bağ
lanmakta buluyordu. Çeşitli mezhep ve tarikat temsilcileri, şeyhler, sufiler
durmadan bu karışık ortamda dolaşıp kendi görüşlerini yaymağa çalışıyorlardı. Çoğunlukla halk tarafından saygı ile karşılandıkları gibi, yöneticilerle
de yakın ilişki kurdukları oluyordu.
Bununla birlikle bu gibi etkili kişilerin davranışları yine de büyük dikkat
ve kuşku ile karşılanıyordu. Kimi zaman başka bir rakip devletin casusu gibi
düşünülüyor, kimi zaman da halkı devlete karşı kışkırtır kuşkusuyla izleniyorlardı.
XV. yüzyılın başında Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin ile onun müritleri Börlükçe Mustafa ve Torlak Kemal'in görüşleri, Bursa'dan Aydın'a
dek yayıldı ve çetin iç savaşlara neden oldu. Bedrettin, din bilginleri
ile tartıştı. Dini tartışmada onlara üstün geldi. Kimse onun ölümüne fetva
verememişken, iktidara bağlı bir bilginden fetva aldılar ve onu ipe çektiler.
II. Murat'ın, Ankara dolaylarında gittikçe etkisi artan Hacı Bayram
Veli'den kuşkulanıp görüşmek üzere yanına çağırması ve tutumunu anla
dıktan sonra rahat bırakması da devleti yönetenlerin bu konudaki kuşkularını anlatır, sanırız.
Bu ortam içinde Nesimi'nin Osman Karayülük gibi Timur'la iyi geçinmiş, onun yandaşı olarak savaşmış, Kadı Burhaneddin'i öldürmüş ve sonra
da emirlikten İmparatorluk kurma olanağına erişmiş devlet adamlarını etkisi
altına alması, Mısır ve Suriye'de Sultan Berkuk'tan sonra karışık korkulu
günler geçiren Memlûkleri kuşkuya düşürmesi doğal sayılmalıdır.
O dönem tarihlerinde Nesimi'nin Dulkadiroğullarıyla da arasının iyi
olduğu belirtiliyor. Dulkadiroğulları koşullara göre kimi Osmanlıları, kimi
Memlûkleri tutan Maraş ve yöresinde tampon bir beylikti. Memlûkler, Dulkadiroğullarına da güvenemiyorlardı.
Yıldırım Bayezid'in ölümünden (1403), hele Şeyh Bedrettin olayından
sonra, Nesimî'nin Osmanlılardan da ilgi görmesi düşünülemezdi. Netekim Sunullah Gaybi (Ölm. 1661) nin "Sohbetname"sinde Hacı Bayram Velî'nin
Nesimi'yi kabul etmediğini söylemesi, akla ve tarihsel olaylara uygun düşmektedir.
Latîfi'ye göre, Nesimi I. Murat gününde Bursa'ya gelmiş ve çağın büyük
sufi şairi Şeyhi ile de tanışmıştır. l. Murat'ın padişahlık dönemi (h. 761-792)
(1359-1389) olduğuna göre, Nesimi'nin bu tarihlerde henüz Fuzlullah-ı Hurufî'yi tanımadığını düşünebiliriz.
Hurufîliğin yayılması ise, ancak h. IX. yüzyılın başlarında görülür. Daha sonraki gezisine, bir yandan Hurufiliği yaymak düşüncesi, bir yandan
da Fazlullah-ı Hurufî'nin h. 804 (1401—1402) de Miranşah tarafından feci
bir şekilde öldürüldükten sonra Hurufîlerin, sıkı bir kovuşturmaya
tabi tutulmasının neden olduğu söylenebilir.
Nesimî'nin yaşamından söz ederken onun Fazlullah'ın halifesi ve Hurufîlerin en yüce kişisi olduğuna değinmiştik.
Lâtîfi Tezkiresi (Bkz: S: 332) Onun önceleri "Şiblî'nin cümle-i fukarasından" ve sonra "Fazullah'n hulefasından” olduğunu yazmaktadır ki, h.
IV. yüzyılda yaşadığı bilinen Şiblî ile buluşması olanaksızdır. Bu sözün,
Şiblî'nin yolunda olduğu anlamını taşıdığı bellidir. Nitekim Âli, Künhü 'l-Ahbar'da bunu böylece düzeltmektedir. Divanında yer yer Şiblî'den söz eder:
Gözlerin süzmüş ü üzmüş cânını âşıkların
Asılı zülfüne yüz bin Şiblî vü Mansur idi
Musi-i Tûr nedür Şiblî vü Mansur nedür
Ejdeha olan ağaç rişte ilen dâr nedür
Yine Lâtîfi Tezkiresi'nde şöyle bir kayıt görüyoruz: "Menakıbu'l-Vâsılin'de yazar ki: Nesimî Hurufi değildi, Nimetullahî idi; amma huruf ilminden haberdar idi".
Nesimi'nin, ünü o zaman Horasan'dan Mısır'a dek yayılan ve bu ülkelerde pek çok yandaşı bulunan Şah Nimetullah Kuhistanî ile buluşmuş olması olanağı vardır.
Nesimî'nin divanından onun Hz. Muhammed'e, sonra Hz. Âli'ye ve
onun soyundan gelen On İki İmam'a karşı saygılı olduğunu anlıyoruz. Zaten
o çağda Şiî mezhebinin ve batını görüşlerin benimsendiği bir çevrede Şah
Nimetullah gibi, şîanın en güçlü imamlarıyla da tanışan şairin, bu tutumu
gayel normaldir.
Divanında Hz. Muhammed'le ilgili beyitlerden:
Âlemin cismi vu canı senden ötrü oldu gör
Seyyid-i kevneyn-i âlem ya Muhammed Mustafa
Ey habiba'l-lah ki ismin yazılıdır arşda
Ahmed u Mahmud Ebu 'l- Kasım Muhammed Mustafa
Hz. Ali ile ilgili beyitlerden:
Ahmeda şol kim dedi men şehri İlmem kapusı
Ol Aliyy-i Murtazadur ol Aliyy-i Murtaza
Ehl-i Beyt'e saygısını gösteren beyitleri:
Ezelden kul olan Âl-i Abâya
Nesimî tek emîr u padişâdur
Ol şeh-i ahsen Hüseyn u bu şeh-i hulk-ı Hasen
Ol şehîd-i zehr-i aşk u bu şehîd-i Kerbelâ
On İki İmam'ı öven beyitleri:
Adem-i Âl-i Abadır Şems-i Zeyne'l-âbidin
Şol Muhammed Bâkır'ı gör mahrem-i Zül-Kibriya
Evvel ü âhır olardur zâhır u batın olar
Cafer-İ Sadik çü Kâznn hem Ali Musa Rıza
Cafer-i Sadık kim oldur pîşvay-ı ehl-i din
Ol emin-i sırr-ı esma şah-ı deryay-ı ata
Lâtifi Tezkiresinin yazma nüshalarından bir kısmı Nesimî için: "Melâ
miyye zümresinin reisi" diyor ki:
Ak eyle nam u nengini var oda sal u yah anı
Arif-i zat olan nice mültefit-i sıfat olur
Aşkunda Nesimî olalı halka melâmet
Meşhur-ı cihan oldığı alemde ıyandur.
gibi beyitlerinde, birçok sufilerde görülen melâmet neşesini onda da görmek
olağandır.
Sufiler arasında efsanevi bir kahraman gibi daima anılan Hallac-l Man
sur onun için eşsiz bir örnektir.
Mansur'un, Hak uğrunda dar ağacına asılması olayı şairi pek çok etkilemiştir. Mansur gibi Hak ile Hak olmak ve Hak uğrunda canını verebilmek
onun en yüce amacıdır:
Daim Ene'l-Hak söylereuı Hakdan çü Mansur olmuşam
Kimdir beni ber-dar eden bu şehre meşhur olmuşam
Kıblesiyem sadıkların, maşukuyem aşıkların
Mansuriyem lâyıkların, çün Beyt-i Mamur olmuşam.
Bu beyitlerle başlayan gazelde şair, Hak ile Hak olmanın coşkusunu yaşıyor. Hak adına gerçek duygularını açıklayarak meydan okuyor.
Kani Mansurleyin bir ehl-i Hak kim
Asıla aşk içinde başı ber-dar
Mansurleyin cûşa gelür söyler Ene'l-Hak
Şol sufi-i sâfi ki bu meyhaneye uğrar
Gam değil ber-dar olur Mansur Ene'l-Hak çün dedi
Ecrine buldu savab u derde derman gösterir
Ne gayretlu Ene'l-Hak'dur bu ya Rab
Çeker Mansurunu ber-dare mansur
gibi beyitleriyle Mansur'a aşırı hayranlığını belirtmiştir.
Şiirlerinden ve bütün kaynaklardan Nesimî'nin Hurufî olduğunu ve
Fazlullah-ı Hurufî'ye yürekten bağlı bulunduğunu anlıyoruz. Yalnız, daha
sonraki çağlarda gelen Hurufîlerin pek basit ve çocukça sözlerinin onun şiirlerinde yeri yoktur. Gerçekte tasavvufun değişik bir şekilde yorumundan
başka birşey olmayan Hurufiliğe bağlılığı onun mistik görüşüyle sıkı sıkıya ilgilidir.
Prof. Mr. Browne bir yazısında Hurufî mezhebinin niteliğini dört mad
dede açıklıyor.
1.
İnsanın en yüce mutluluğunu sağlayan ve görevlerini belirten, üs
tümüzdeki gök ve altımızdaki toprağın ve herşeyin niteliğini belirten ve açık
layan gizli bir fen vardır.
2. Bu gizli fen Kur'an'dadır. Fakat bu sırrın anahtarı Fazlullah'tadır.
Ondan sonra halifelerine, onlar aracılğıyla da müminlere bildirilmiştir.
3. İnsan (ahsen-i takvim) en güzel yaratılıştadır. Tanrı'yı yansıtır. Me
lekler ona saygı gösterdiler. Şeytan, bu güzel yaratığa karşı gururlandığı için
cennetten kovulmuştur,
4. Kur'an ve onun belirttiği (namaz, oruç, hac, vb.) dini ibadetlerde
sonsuz ve derin anlamlar gizlidir.
Nesimi'nin Hurufilik kadrosuna giren şiirlerini birkaç bölüme ayırmak
mümkündür:
1. Fazl-ı Hak, Fazl-ı Yezdan, Fazl-ı İlâh adlarıyla andığı Fazlullaha
olan bağlılığını gösteren şiirleridir ki, dolayısıyla Hurufiliğe bağlılık derecesini anlatır:
Nesimi Fazl-ı Allah'ı yüzün nurunu çok gördü
Tavaf-ı Kâbe hatm oldu Safa u Hacc-ı Ekberdir
Düşdi kemeud-i zülfüne akl revan kuşı veli
Fazl-ı İlâha yapışan zıll-ı İlâh içindedür
Bulmuşam mülk-i Süleymanı vu Karun gencüni
Fazl-ı Hakdan çün visalün mülk ü mali bendedür
Kâbe yüzündür bize ey Fazl-ı Hak
Zülf ü ruhun Kabe vu îmanımuz
Hele divanındaki şu parça, Nesimi'nin üstadının ölümünden sonraki
feryadlarını dile getirmesi bakımından dikkate değer sanırız:
Benden yüzün yeşirme kim secde-gâhım oldur
Seyr iderem bu çarkı horşîd u malum oldur
Hüsnün çerağın ey can pervane gibi geçtim
Târik içinde ruşen göründü râhım oldur
Pirsiz eder mi âşık ey aşka münkir olan
Dersen ki terkini ur benüm çü şahum oldur
Kirpiğin ile kaşun olmuşdur İsm-i Azam
Divden dahı ne korkam çün kim penaham oldur
Hak daviden şahadet isterler ise benden
Ben anı bulmuşam kim yine güvahım oldur
Ey dünyanun ganisi bana hakir bahma
Ben nice müflis çün izz ü câhım oldur
Sen benden olma gafil iste ki ta bilesen
Anı ki tanımışsen Fazl-ı İlâhım oldur
Nesimî'yem ki düşdüm yüzün gülünden ayru
Bülbül gibi çemende feryad u ahım oldur
2. Nesimi'nin şiirlerinde sî u du, Bist u heşt, gibi Hurufîlik sembollerine pek az rastlanmaktadır. Daha çok Kur'andaki Huruf-u Mukattaat ile,
ayet parçalarına sık sık raslanır.
3. Hurufilere göre, şekillerin en mükemmeli "Alem-İ Suğra” olan insandır- Sûretullah, ekmel olarak insanda tecelli etmiş olduğundan insan saygıya,
hatta secde edilmeğe değer bir varlık olarak kabul edilir.
Ey Hak suretlu nigâr
Ey Hak sıfatlu beşer
Kur'andaki birçok ayetleri bu görüşe göre tevil ve tefsir ederler (yorumlarlar)
Adem'e secde etmeyeni Kur'anda belirtildiği gibi İblis (şeytan) sayarlar.
Sen ahsen surete inkâr edenler
Azazîldir ki düşdi Tanrıdan dûr
Sûret-i Rahmana inkâr eyledi Dîv-i Racîm
"Ahsen-i Takvim"e inkâr eyleyen Şeytan odur.
Nesimî'nin dili, şiiri ve etkisi üzerindeki düşüncelerimizi başka bir yazı
konusu yapmak düşüncesindeyiz. Burada yazımızı eseriyle tamamlamağı
uygun buluyoruz.
Bütün kaynaklar Nesimi'nin üç dilde şiirleri bulunduğunu bildirmek
tedir, "Tarihü'l-lrak” adlı eserinde Nesimî üzerine geniş bilgi veren Abbas
Azzavî, bu arada onun Arapça şiirlerinin, Türkçe ve Farsça şiirlerine oranla
daha zayıf olduğunu bildiriyor. Bu konunun incelenmeğe değer olduğu kanısındayız.
Nesimî'nin
Farsça divanları bugüne değin incelenmediği gibi,
baskısı da yapılmamıştır. Ayasofya Kütüphanesinde 3977 no. da kayıtlı mükemmel bir sanat eseri olan nüsha hem Farsça hem de Türkçe divanını içine almaktadır.
Farsça divanın pek mükemmel beyaz yaldızla yazılmış orijinal bir nüs
hası da Konya'da İzzet Koyunoğlu müzesindedir. Nesimi'nin Farsça divanlarının çeşitli nüshaları İran ve Türk kütüphanelerinde mevcuttur.
Türkçe divanlarına gelince:
Şairin el yazısıyla meydana getirdiği Türkçe divanının Erzurum'da "Cennet Zade” Kütüphanesinde olduğu bildirilmektedir.
Şimdilik İstanbul Kütüphanelerindeki en eski ve özgün nüsha Millet
Kütüphanesindeki Hekimoğlu Ali paşa bölümünde 639 no. da kayıtlı olanıdır.
Bunların dışında bir nüsha da Topkapı Müzesi Hazine Kütüphanesin
deki divanlar arasında (316) numarada kayıtlıdır.
H. 1035'de Bağdat'ta Şirvanlı Mehmet Yusuf hattıyle yazılmış bir nüsha da Nuruosmaniye Kütüphanesindedir. Bu nüshada Nesîmî'ye ait 69 Tuyug vardır.
Manisa Muradiye kütüphanesiyle, Konya Yusuf Ağa kütüphanelerinde
de birkaç yazma Nesimi Divanı mevcuttur.
Avrupa kütüphanelerinde de Nesimi Divanın değerli nüshaları vardır,
Bunlardan biri Prof. H. Ritter nüshasıdır.
H. Ritter bu nüshayı Berlin kütüphanesine göndermiştir. Biz, bu nüshanın filmlerini görebildik. Talik yazıyla çift sütun üzerine yazılmış eski ve
özgün bir divandır. Baş tarafında 15—20 savfada şairin Farsça şiirleri görülür.
Daha birçok Almanya nüshaları vardır.
Leningrat Nüshası: Bu nüshadan Prof. İsmail Hikmet Ertaylan kitabında söz etmede fakat divanın niteliğini belirtmemektedir.
Bundan başka Leningrat Şark Müzesinde el yazması bir mecmuada
Nesimi'ye ait "Bahrül Esrar" adlı Farsça bir kasideyle diğer bir mecmuada 9 bendden yapılı Farsça bir terci-i-bendini gördüğünü yine İsmail Hikmet Ertaylan kaydetmektedir.
Başlıca basma Nesimî divanları şunlardır:
I) Nesimî divanı ilk defa Abdülmecit zamanında Mehmet Sait'in nezareti ile 1260 (1844) senesinde Ahter Matbaasında bastırılmıştır. Bu divan
büyük boyutta 133 sayfadan ibaret olup baştan 28 sayfası şairin Farsca şiirlerini içine almaktadır.
2) Bu divan h. (1286) senesinde Tasvir-i Efkâr Matbaasında basılmıştır.
183 sayfa olan divanın 32 sayfası şairin Farsça şiirlerine.
3) Küçük boyutta sarı kâğıt üzerine basılmış olan bu harekeli divan
(192) sayfadır. Baştan 33 sayfası Farsçadır. Baskı tarihi h. 1286 dır.
4) Azerî Tab'ı 250 sayfadan ibaret olan bu divanın baş tarafında 7 sayfalık bir önsözü vardır. Sonunda divanda geçen Türkçe kelimelerin sözlüğü
yapılmıştır. İçinde 12 adet minyatür vardır. Bu baskı öbür divanlarda olduğu
gibi kafiyelerine göre değil, parçaların başladığı harfe göre düzenlenmiştir.
Bunlardan başka Nesimi'nin birçok el yazması mecmualarda Farsça
ve Türkçe şiirlerine raslanmaktadır.
İBRAHİM OLGUN
Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
Belleten, 1970, s. 47-68.

ŞİİRLERİ