BİLİNÇLE SEVEN, SEVGİYLE
YAŞAYAN BİR KADIN: SIDIKA SU

Nerede, nasıl biteceği bilinmeyen bir yolculuğa çıkıştır bütün beraberlikler. İlk engelde, ilk çıkmazda, örseleniverirsiniz bazen. Yolculuğunuz, bir soluklanmaya bile zaman bırakmadan bitmiştir. Bazen, yıllarca süren yürüyüşün ortasında durup bakarsınız ki o yanınızda yok. Başka bir yolda, alıp başını gitmiştir. İçiniz üşür, ama geriye dönüp onun sapağından yola devam etmeye ne gücünüz ne de inancınız kalmıştır. Yolunuz sizi bekler. Yürürsünüz...

Bazen de sonsuzluğa ulaşır yolunuz. Ne biten vardır, ne de yitip giden. Tükenen yoldur, siz değil...Geriye dönüp baktığınızda, her adımda onu ve kendinizi görünce şaşırırsınız. Yüreğiniz sancısa, hiddetiniz artsa, anlara sığdırılmış gizleriniz yüzünüzü kızartsa da serindir içiniz. Ne yola, ne kendinize ne de birlikteliğinize ihanet etmişsinizdir çünkü. Hayatın önünüze geçtiği zamanlarda bile çoğaltmış, yaratmış, korumuş ve sahiplenmişsinizdir...Düşünceleriniz durudur, yüreğiniz ve sevdanız da...

Sıdıka Su da o duruluğun içindeki insanlardan biri. Ne aşktan ne de kavgadan uzak durabilmiş bir kadın o. Türkü söyler gibi yaşamıştır, bir“Türkü Adam'la, Ruhi Su’yla. Çocukluğu, sevgisi, kavgası, acıları, tutukluluğu, gençliği, gülüşü, çocuğu, bugünü hep türküdür. Adanmış bir hayattır onunkisi, türkülere ve ‘Türkü Adam’a adanmış bir hayat...

Ama, onu anlatmak için, önce bin dokuz yüz yirmi altı yılına ve Sivas’a dönmeli. Sivas o yıllarda, Alevi’nin, Sünni’nin, Ermeni’nin bir arada yaşadığı bir kent. Sıdıka, Mehmet Bahattin ile Zekiye Umut ’un dördüncü ve son çocuklarıydı. Babasını tanımadı Sıdıka, çünkü o bir yaşındayken ölmüştü.

Okuma yazma bilmeyen ama çok akıllı bir kadın olan Zekiye Hanım çocuklarının okumasını istiyordu. Sadece oğulları değil kızları da okumalı ve çalışmalıydı... Babasızlığını hissetmiyordu Sıdıka, çünkü yaşamını etkileyen ve yön veren kendisinden on dört yaş büyük ağabeyi Necmi vardı. İlericiydi Necmi, okuyor ve okuyan insanları çağırıyordu evlerine. Sivas Lisesi’nin parasız yatılı öğrencisiydi.

Bir cuma akşamı Zekiye Hanım, yine onun sevdiği yemekleri pişirip hazırlandı, ama Necmi gelmedi. Haberi bir arkadaşı getirdi, “Necmi gelmeyecek, çünkü tutuklandı”. Şaşırdılar. Üzüldü Zekiye Hanım, ama ilk tepkisi “Bizi o hapishaneye götür” oldu. Akşamın erken indiği bir mevsimdi. Ellerinde kandilleri yola koyuldular.

Necmi’nin gözleri kızarık, yüzü şişti. “Hiç merak etme anne” dedi “yakında eve geleceğim”. Türkiye Komünist Partisi tevkifatlarından biriydi. Ruşen Zeki, Necmi ’nin hocasıydı. Sınıfta zenginlik ve fakirlik üzerine tartışmışlar, otuz arkadaşıyla birlikte tutuklanmıştı Necmi. Aralarında, daha sonra Sansaryan Han’ın penceresinden atılıp, intihar ettiği söylenecek olan Hasan Basri de vardı.

Sivas dedikoduyla çalkalanıyordu. Necmi ve arkadaşlarının devlete bayrak çektiği söyleniyor, kalabalıklar Sıdıkalar’ın evinden ayrılmıyordu. Zekiye Hanım oğlunu savunuyordu. Herkese karşı, “Benim oğlum hırsızlık yapmadı” diyordu “Namussuzluk etmedi. Bu hiçbir şey değil”... O, hem oğlu hem de arkadaşları için Gorki’nin “Ana”sıydı. Görüşlerde Sıdıka da cezaevindeydi. Ruşen Zeki ve diğerleri ona Nâzım Hikmet’in Bahri Hazar ile Salkım Söğüt şiirlerini ezberlettiler...

Beraat edip salıverildiklerinde eğitimlerine aynı okulda devam edemeyecekleri belliydi Necmi ve arkadaşlarının. Değişik illere gönderildiler. Necmi’nin payına da Bursa düştü. Birlikte gittiler. Sıdıka ortaokula burada başladı. Necmi ise liseyi bitirip Ziraat Fakültesi’ne yazıldı.

Yine ilerici bir çevrenin içindeydiler. Halkevlerine gidiyor, şiir matinelerine, söyleşilere katılıyorlardı. Aynı yıllarda Nâzım Hikmet de Bursa Hapishanesi’ndeydi. Doktoru ve arkadaşı Necati Üster, Necmi’nin arkadaşıydı. Onun aracılığıyla haberleşiyorlardı Hikmet’le.

Nâzım Hîkmet’le sohbet...

Bir gün, birkaç arkadaşıyla birlikte hapishaneye gitti Sıdıka. Bir akşamüstüydü ve Nâzım Hikmet’le konuşmak istediklerini söylediler. Önce mazgal açıldı, mavi gözlerini gördüler. Sonra kapının önüne çıktı Hikmet. Ayağında boyunu daha da uzun gösteren yüksek takunyalar vardı. Ona, masum, çocukça sorular yönelttiler. Sıdıka, “Şiirlerinizi ne zaman yazıyorsunuz” diye sordu. Anlattı Nâzım, “Sabah erken kalkıp yazarım. Öyle önce müsvette yazma huyum yoktur. Makinanın başına geçer öyle çalışırım...” Arkadaşları bilinçsizdi Sıdıka’nın. Bir şair varmış burada, diye gelmişlerdi. Nâzım Hikmet onlara da öğütler verdi, “Ülkenizi sevin çocuklar” dedi “Sevin ama bütün pisliğiyle birlikte.”

Sıdıka, liseyi bitirince hukuka gitmek istediğini söyledi ona. Karşı çıktı. Behice Boranlar’ın, Niyazi Berkesler’in orada olduğunu söyleyip Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin felsefe bölümüne gitmesini istedi. Hukuku çok istiyorsa ikinci fakülte olarak daha sonra okuyabilirdi...

Onu dinledi Sıdıka. İlişkileri fakültedeyken de devam etti. Zeki Baştımar Ankara’daydı. Nâzım Hikmet’in çevirdiği Savaş ve Barış’ın nüshalarını alıp ona götürüyordu Sıdıka. Çeviri karşılığı verilen parayı da Hikmet’e iletiyordu.

Felsefe bölümü ikiye ayrılmış durumdaydı. Öğrenci safını belli etmek zorundaydı, ya sağcı olacaktı ya da solcu. Diğer fakültelerden de öğrenciler gelir, Boran’ın ve Berkes’in ders verdiği salonlar dolardı. Tartışmalı geçen seminerler düzenlenirdi. Bir yıl katılabildi bu seminerlere Sıdıka, çünkü hem Boran hem de Berkes okuldan uzaklaştırılmıştı.

Karlı bir gündü. Fakülteden çıkmışlar Ulus’a doğru yürüyorlardı. Nezihe Araz, Sıdıka ve Ruhi Su. Yeni tanışmışlardı ve Sıdıka’nın içi içine sığmıyordu. Ona arkadaşının, Necmi’nin kardeşi olduğunu, kendisinin de türküleri sevdiğini, radyo programlarını can kulağıyla dinlediğini anlatmak istiyordu. Oysa hiç konuşmuyordu Su. Yadırgadı Sıdıka. Ulus’ta vedalaşırken Su, “Kusura bakmayın” dedi “Ben hiç konuşmuyorum, ama yarın oyunum var. Hava çok soğuk. Bunun için konuşmamalıyım”.

Sık sık görüşmeye başladılar. Zekiye Hanım, Necmi ve diğer kardeşleri de Ankara’ya yerleşmişlerdi. Su’nun fakültede de bir korosu vardı ve Sıdıka korodaydı. Dost olmuşlardı artık. Su, evlerine de geliyor, birlikte türkü söylüyorlardı. Bin dokuz yüz elli yılıydı. Yinebiraraya gelmişler, türküler üzerine konuşuyorlardı. Birbirlerine şu türküyü bilir misin, bu türküyü duydun mu diye soruyorlardı. Su, Sıdıka’ya türküler söyletti,

“Dostum benim, niçin zar incitirsin”,
“Derdimi dökerim derin dereye”...

Şaşırdı, “Ne kadar çok türkü biliyorsun” dedi Sıdıka’ya. O gün ayrılırken söze dökülmese de farkettiler ki, başka bir şey yaşıyorlar. Bu türkülerden, onlara yayılan sevdaydı...

Aynı günlerde Sıdıka yeraltındaki TKP’de de çalışıyordu. Bursa’da, daha lise öğıencisiyken TKP’lilerle bağlantı kurmuştu. Bu bağlantıyı Necmi bile bilmiyordu. Bir görüşme sırasında Su'nun da yeraltında olduğu, hatta aynı hücrede çalıştıkları ortaya çıktı. Şaşırdılar, ama açıklamadılar aralarındaki ilişkiyi. O günlerde, evlensek mi, evlenmesek mi diye tartışıyorlardı. Çünkü İstanbul’da 1951 tevkifatı yapılmıştı. Sıra Ankara’da, yani onlardaydı. Yıl boyunca hergün tutuklanmayı beklediler. Her gece dörtle altı buçuk arası kulakları kapıdaydı. Çaldı, çalacak... Çaldı, çalacak...

Mahpuslukta beş yıl...

Kapı, on bir kasım gecesi çaldı. Sıdıka açtı kapıyı. Gelenlere “Burası ağabeyimin evi. Her tarafı karıştıramazsınız” dedi “Buyurun, odamı arayın”. Kitaplarını karıştırıp olur olmaz ne varsa aldılar. “Sizi de götüreceğiz” dediler “Nasıl olsa birkaç saat sonra gelirsiniz”.

Sıdıka, bu gidişin dönüşü olmadığını biliyordu. Annesiyle vedalaşırken, meraklanmamasını, döneceğini söyledi. “Sen zor gelirsin” dercesine şöyle bir salladı başını Zekiye Hanım. Necmi’den biliyordu neler olabileceğini, ama çocuklarına güveniyordu. Onlar kötü bir şey istemezdi. Bu yüzden hiçbir zaman suçlamadı, fakülteyi bitirmek için iki dersi kalmış kızını, Sıdıka’yı.

Ertesi gün trenle İstanbul’a götürüldüler. Sıdıka’nın aklı, Ruhi Su’daydı. Onun da gözaltına alınıp alınmadığını merak ediyordu. Ama öyle sıkı tutuyorlardı ki işi, istasyonda bile hiç kimseyi göremedi. Sansaryan Han’a getirildiler. Dört buçuk ay hücrede kaldı. Su’ya ait ne bir ses duydu ne de haber alabildi. Kimliği yoktu artık. Hücre numarasıyla anılıyordu, o, on üç numaraydı.

Harbiye Cezaevi’ne götürüldüklerinde hâlâ bir haber alamamıştı Su’dan. Arabada yanına Ulvi Uraz düştü. Konuşmak yasaktı, ama usulca sordu, “Ruhi de var mı aranızda?” Uraz, onun da valizini hazırladığını, ama son anda getirmekten vazgeçtiklerini söyledi. Su, on beş yirmi gün sonra gönderildiğinde Sıdıka, “O benim nişanlım” dedi, “Görmek istiyorum”. Görüştürdüler. Neredeyse tanıyamıyordu Sıdıka nişanlısını. Çünkü hâlâ işkencenin izleri vardı üzerinde...

Mahkeme üç buçuk yıl sürdü. İkisi de beş yıla mahkûm edildi. Görüşebilmek için yüzük taktılar. Erkeklerin Adana Cezaevi’ne gönderileceğini öğrenince evlilik işlemlerini başlattılar. Çünkü, yazışabilmeleri için bile evli olmaları şarttı...

Şişli’de, Rumeli Caddesi’ndeki, bugün hükümet tabipliği olan, Sıdıka Su’nun da her ay BağKur sigortasından ilaç yazdırabilmek için gittiği odada bir jandarma ve astsubay eşliğinde nikahlandılar. Behice Boran Sıdıka’nın, Nevzat Hatko Ruhi Su’nun şahidiydi. Sevim Tarı’nın (Belli) nikah için diktiği lacivert üzerine puanlı, beyaz yakalı bir elbise vardı Sıdıka’nın üzerinde. Yürüyerek döndüler cezaevine. Su, yoldaki kitapçıdan Goya’nın albümünü alıp Sıdıka’ya armağan etti. Söylenen gerçekleşti, erkekler Adana’ya, Sevim Belli Ankara’ya, Sıdıka Su ise Sultanahmet Cezaevi ’ne gönderildi. Bugün, koğuş baskınlarından, aramalardan kurtarılmış birkaçının kaldığı mektuplarla sürdü ilişkileri.

Cezalarının bitmesine birkaç ay kala salıverildiler. Ruhi Su Çumra’ya, Sıdıka ise Ankara’ya gönderildi, gözetim cezasını çekmek üzere. Uzun çabalar sonucu Su’nun da Ankara’ya gelmesi sağlandı. Artık gidecek yeri yoktu Sıdıka’nın. O cezaevindeyken Necmi Umut ölmüş, tütün eksperi küçük ağabeyi Nurettin ise annesini de yanına alarak Siirt’e yerleşmişti. Necmi’nin karısının evine gitti.

Haberi alan Zekiye Hanım ise Ankara’ya doğru yola çıktı. Görmediği beş yıl süresince Sıdıka’nın hep cezaevinde olduğundan haberi yoktu Zekiye Hanım’ın. Gizlemişlerdi, çünkü, gözü hep kapının altından atılacak kırmızı mühürlü mektuplardaydı. Necmi’nin ölümünden sonra daha da acı çeker olmuştu. Bu yüzden de Sıdıka’nın hemen salıverildiğini ama Ruhi Su, hâlâ cezaevinde olduğu için İstanbul’da bir iş bulup çalıştığını söylemişlerdi ona.

Ankara’ya akşamüstü indi Zekiye Hanım. Yaşlanmış, çökmüştü. Sıdıka’yı tanımadı. Sonraları, “O geceyi hayatımda unutmayacağım” diyecekti Sıdıka, “Hiç ama hiç tanımamıştı beni”. Geceyi uyuyarak geçirdi. Sıdıka’nın gözünü ise uyku tutmuyordu. Ertesi sabah tanıdı Zekiye Hanım kızını, “Sen” dedi “Sıdıka’sın”. Artık herşeyi karıştırır olmuştu. Bir yıl sonra da hâlâ gözetim cezası süren kızına hasret öldü.

Dostları ararken...

Ruhi Su’nun bir yakını, bir kapitalist Celal Gündol, Etimesgut’ta, işçilerinin barınması için yaptırdığı lojmanlarda bir daire verdi kalmaları için. Az da olsa para yardımında da bulunuyordu. Bir tarlanın ortasında, birkaç işçi ailesiyle birlikte susuz, elektriksiz lojmanda yirmi ay oturdular. Her sabah ve akşam iki kilometre yolu yürüyüp Etimesgut Karakolu’na imza veriyorlardı gözetim cezası gereği. Paraları yoktu ve bu yüzden seyrek iniyorlardı Ankara’ya. Bir inişlerinde Arthur Miller’in “Satıcının Ölümü” oyununa gittiler. Cüneyt Gökçer oynuyordu. Heyecanlandılar.

Oyun bittiğinde Su, Gökçer'i kutlamak istedi. Sıdıka’nın karşı çıkmasına rağmen dinlemedi ve kulisin kapısına gitti. Sıdıka geride kaldı ve olanları izledi:

Soyunma odasından çıkan oyuncuların arasındaydı Gökçer. Ruhi Su yanına yaklaştığında ne yapacağını şaşırmış, ileriye mi geriye mi adım atsın bilememişti. Daha önceki yakın ilişkilerine güvenen Su, Gökçer’in soğuk tavırlarını görünce üzülmüştü. Ama, öyle bir dönemdi. Politik sohbetler bir yana gelişigüzel konuşabilecekleri kimse yoktu. Sıdıka, çıktıktan sonra kimseyle görüşmek istememişti. Ama, ona yaklaşmak isteyenler olursa dostluğunu esirgemiyordu. İnsanların korkularını, başımıza bir şey gelir endişelerini anlayabiliyordu. Kendileri yüzünden onların başına bir şey gelmesinden endişeleniyordu.

Ruhi Su ise eski ilişkilerini arıyordu. Cezaevinden çıktıktan sonraki ilk yılbaşını arkadaşlarıyla geçirmek istemesi de bu yüzdendi. Yine Sıdıka’nın uyarılarına kulak asmamış Ankara’ya gitmeleri için diretmişti. İsimleri Sıdıka Su’nun hafızasına kayıtlı dostlarına uğradılar birer birer. “Gelin, yılbaşını birlikte geçirelim” diyen çıkmadı.

Etimesgut’a geri döndüler. Sıdıka bir şeyler hazırladı. Tam yemeğe oturacaklardı kapı çalındı. Lojmandaki işçilerden biriydi, “Sizinle beraber olmak istiyoruz. Bize yemeğe gelin.” İkisi de unutamadıkları bir yılbaşı geçirdiler o gece...

İşsizdiler. Mehmed Kemal, yardım amacıyla bir basın balosu düzenlemek, bu baloda da Ruhi Su’ya türkü söyletmek istedi. Ankara Valisi Kemal Aygün engelledi “Siz” dedi “Ruhi Su’nun itibarını mı iade etmek istiyorsunuz?”

O sıralar, cezaevinden bir grup arkadaşları bir nakliyat şirketi kurmuşlardı. Ruhi Su’ya, “Biraz para bul sen de ortak ol” dediler. Su, yazıhanede oturacak, eşyaların taşınmasına karışmayacaktı. Kapitalist arkadaşı Celal Gündol yardımcı oldu yine. Ama arkadaşları sözlerini tutmadı. Su’ya eşya taşıttılar. “Çok iyi piyano taşıyorum” diyordu Su, “Özellikle onlara dikkat ediyorum.”

Emniyet nezaretinin yani gözetim cezasının son günlerindeydi, Atıf Yılmaz, Osman Karaca ve daha birkaç arkadaşı Ankara’ya geldiler. Su’nun eşya taşıyor olması üzdü onları. Bir şeyler yapılmalıydı. Yapıldı da. Gözetim cezalarının bittiği günlerde Yılmaz, Karacaoğlan’ın Kara Sevda’sını filme çekti. Su, bu film için koro oluşturdu ve türküler söyledi. Kırk gün Adana’da kaldılar. Bu arada Karacaoğlan türkülerini de derledi Su.

Sıdıka ise Ankara’daydı. Çünkü oğlu Ilgın henüz bir aylıktı. Cezaevinden çıkıp birlikte yaşamaya başladıklarında hemen hamile kalmıştı. Yedinci aya kadar hamileliği rahat geçmişti. Ama, yedinci' ayın başında kanama başlamıştı. Çocuğu almak istemişti doktorlar, ama karşı çıkmıştı. Geri kalan süreyi yatarak geçirmeyi göze alırsa doğurabilecekti. Üstelik çocuğun yaşayacağının da garantisi yoktu. Doktorlar, “Senin hayatını kurtarmak için çabalarız” demişlerdi, “Çocukla ilgilenemeyiz.”

Hamileliği boyunca doktor kontrolüne yalnız gitmişti Sıdıka. Ruhi Su’yu tanımalarından, bu yüzden hem bebeğin hem Sıdıka’nın sağlığıyla ilgilenmemelerinden endişelenmişlerdi. Hâlâ nakliyat işinde çalışıyordu Su. İki taşıma arasında eve koşuyor, Sıdıka’nın yemeğini hazırlıyor sonra da işine dönüyordu.

Sakıncalı lohusa...

Doğum sancıları sıklaşınca hastaneye gitmişlerdi. Ağır geçen bir ameliyatla doğum yapmıştı Sıdıka. Kendine geldiğinde bütün doktorlar başındaydı. Bir hemşirenin bir kâğıda yazdığı mesajı zorlukla okuyabilmişti, “Sıdıka, çok merak ediyorum, nasılsın? Bana bir cümleyle anlat”.

Ertesi gün ziyaretine geldiğinde oğlunu görmek istemiş, bunun için Sıdıka’nın yanından ayrılmıştı. Aradan dakikalar geçmesine karşın ortada yoktu. Meraklanmıştı Sıdıka. Döndüğünde elinde masmavi bir battaniye vardı. Ilgın’ın üzerine örtmüştü. Üşümekten çok korkardı Su, ona göre llgın da üşüyordu... Sürekli inliyordu bebek. Sıdıka’yı da emmiyordu. Oksijen çadırına kaldırılmıştı. Bir asistan yanına gelip, “Sizin çocuğunuz” demişti “İki gün ya yaşar ya yaşamaz”.

Ruhi Su bunu duyunca o kocaman sesiyle hastaneyi birbirine katmıştı. “Ben, karımı bu hastaneden götürüyorum” diyordu “Bir anne hastanede bu kadar yatmayı, kanamayı göze alıyorsa, bu çocuk yaşamalı”.

Doktorlar Ilgın’ın başına toplanmıştı. Gerekli müdahale yapılmış, ama bu arada, onun Ruhi Su, doğum yapanın da karısı olduğu anlaşılmıştı. Bir daha da Sıdıka’yla ilgilenmemişlerdi. Odanın kapısının önünden geçerken içeriye kaçamak bakışlar atıyorlardı. Sonraları “Hayvanat bahçesinde bir hayvana bakar gibiydiler” diyecekti Sıdıka Su, “Herkes beni görmeye geliyordu, ama içeriye girmiyor, kapıdan bakıp gidiyorlardı.”

Adana'da film çekimi bitince İstanbul’a gitti Su. Taksim Gazinosu’nda sahneye çıkmaya başladı. Bir ev tuttu ve Sıdıka’yla llgın’ı da yanına aldı. Yıl bin dokuz yüz altmıştı. Çalışmıyordu Sıdıka. llgın’ın bakımıyla ilgileniyordu. O fakülteyi bitirmemişti ama, mezun arkadaşlarına da öğretmenlik hakkı verilmemişti. Siyasi kimlikleri, iş bulmalarına engeldi. Yine de fakülteyi bitirmekten yanaydı. Bu kez yönetmelik izin vermiyordu.

1968 yılında, bir arkadaşı yönetmeliğin değiştiğini, sınavlara girebileceğini haber verdi. Sınavlara kızlık soyadını, Umut’u kullanarak girdi ve diplomasını aldı. Aynı dönemde okudukları arkadaşları doçent, profesör olmuştu. Bazıları tanımadı, bazıları tanımamazlıktan geldi, bazıları da sıradan bir ilgi göstermekle yetindi.

Tek kazancı Füsun Akatlı ve Metin Altıok’u tanımaktı. Okula gittiği ilk gün, yaşını başını unutup Akatlı ve Altıok’la okul koridorlarında volta atmış, eve döndüğünde ise ayaklarının ağrısından nasıl yatacağını bilememişti. Diploması ise bir belge olarak arşivinde kalacaktı...

Ilgın büyümüştü artık, ama Sıdıka’yı yeni sorumluluklar bekliyordu. Ruhi Su plak çıkaracaktı. Bu,bir imeceydi. Halet Çambel, Atilla Özkırımlı, Gönül Ayhan Erdoğan de bu imecenin içindeydi. Herkes kendi çevresinden aboneler buluyordu. Her şeyi kendileri yapmak zorundaydı, çünkü plakçıların Ruhi Su’yu kabul edip etmeyecekleri belli değildi. İlk plak çıktığında hepsi heyecanlıydı. Bir yüzünde “Kalktı göç eyledi Avşar elleri”, ikinci yüzünde ise “Niksar’ın fidanları" vardı. Plakların ismi de “İmece”ydi. Abonelere gönderildi. Elde edilen parayla diğer plaklar hazırlandı.

Bir de küçük pikap almışlardı eve. Fatoş, radyatörün üzerine yerleştirilen bu yeni alete şaşkınlıkla bakıyordu. Ruhi Su, “Ben odama gidiyorum” dediğinde ondan önce kapıya koşan, o çalışırken bir köşede bekleyen, odasına almadı mı evin altını üstüne getiren kedileriydi Fatoş.

İlk plaklardan biriydi. Su, dinlemek için pikaba taktı ve çalıştırdı. Ses, odayı doldurduğunda irkilen Fatoş, önce kanapeye, sonra radyatörün üzerine çıktı. Bir pikaba, bir Ruhi Su’ya bakıyordu. Su’nun ağzı kıpırdamıyordu, nereden geliyordu bu ses?

Türkü diye diye...

Sıdıka Su, 1974 yılında hastalanıp, bir göğsü alınınca ortakları arasında Turgut Çağlayan'ın da bulunduğu bir plak şirketiyle çalışmaya başladılar. Su, her plak hazırlığında, söyleyeceği türküleri eşe dosta dinletir, düşüncelerini sorardı. Ama sonunda kendisi nasıl istiyorsa öyle yapardı. Çok iyi dedikleri günlerde bile sıkıntı içindeydi. Darbeler, sıkıyönetimler, yasaklamalar izin vermiyordu ki türkü söylesin. Oysa onun bütün yaşamı türkü üzerine kuruluydu.

12 Eylül, türkülerinin üzerine ölüm gibi kapkara düştüğünde bu kez atlatamayacağını düşündü. Ruhi Su Korosu’na yer yoktu artık. Plakları, kasetleri resmi olarak yasaklanmamıştı ama raflardaki yeri değiştirilmişti. Görünmez bir ağız, “Bunlar arkalara” diyordu “Daha arkalara konulsun...’’ Türkü söyleyebileceği tek yer, dost evleri kalmıştı. Oysa kapılar da azalmıştı. Çünkü, insanlar resmi ağızlardan önce kendi kendilerine koymuşlardı yasağı...

Ağır bir grip, birkaç önemsiz nezle. O yaşına kadar yakalandığı bütün hastalıklar bu kadardı işte. Konuşmayı sevmezdi ya, ağrılarından, sıkıntılarından da hiç söz etmezdi. Bir gün, hastalıklar ve sitemlerle yüklü bir arkadaşlarının ardından, “Bu, ne kadar çok şikâyet ediyor” demişti, “Herkesin bir yerleri ağrır işte”. Sıdıka Su da, “Peki, senin neren ağrıyor” diye sormuştu. Ayakları ağrıyordu Su’nun.

Doktora gittiler. Önce bir tanı konulamadı. Hastane, tedavi, ilaçlar... Kanser denildiğinde, saza da hâkim olamıyordu artık. Yurtdışına çıkması gerekiyordu, ama pasaport geciktirildi. Kendisi gidip de başvurmadı, “erkân”a mektuplar yazmadı. Belki onlar bunu bekliyordu.

O bunu yapmazdı, yapmadı da. Kampanyalar, gazete sütunlarından eleştiriler bir sonuç verdiğinde artık çok geçti. Su, pasaportunun verilmesinden iki ay sonra, 20 Eylül 1985’te öldü.

Neredeyse otuz yıl birlikte oldular. Evlilik hiç kimse için kolay değildi, hele bir de bir sanatçıyla evli olunca... Bir tarafın daha fazla özveride bulunması gerekiyordu. Bu ilişkide de özveri daha çok, Sıdıka Su’nun payına düştü. Ama, asıl önemlisi, aynı kültürün ve aynı sınıfın insanlarıydılar. Politik açıdan aynı doğrultuda yürüyorlardı. Türkülerde anlaşmışlardı. Sevgi, elimi bir uzatsam tutarım dedirtecek kadar görünür biryerdeydi... Bir çift eldivendeydi, yatakta bulunan fotoğraftaydı.

Sıdıka daha ilişkilerinin başında, bir Sivas gezisi dönüşü bir çift eldiven armağan getirmişti Ruhi Su’ya. Harbiye Cezaevi’nde gardiyanın kendisine getirdiği paketten küçük bir notla, işte bu eldivenler çıkmıştı, “Üşümeyesin diye”. Ruhi Su’ya polislerin peşisıra evden ayrılırken, eldivenleri de yanına aldırtan neydi? Ilgın’ın doğduğu gece, yorgun, telaşlı, kaygılı eve döndüğünde, yatağın içinde bulduğu Sıdıka’nın fotoğrafı neyi anlatıyordu?

Sıdıka Su, yalnız kalmak istediğini, Ruhi Su’nun yalnızken üretken olduğunu biliyordu. Bu yüzden o istemedikçe ne kulübe, ne de imza gününe, giderdi. Konserlerinde ise yanıbaşındaydı...

Şimdi, geriye dönüp baktığında doğru hareket ettiğini düşünüyor. Sadece llgın’ın değil, plakların, kasetlerin de sorumluluğu Sıdıka Su’nun üzerindeydi. Zaman zaman yorulduğunu hissetse de biliyordu ki, Ruhi Su’ya bir şeyler yüklemeye çalışsa, işini yapamayacak, üretemeyecek.

Peki, Sıdıka Su, kendisi için bir şeyler üretmeyi istemedi mi hiç? “ Bunları düşünecek zaman yoktu” diye yanıtlıyor soruyu “Çünkü, Ruhi’nin üretimine katkıda bulunuyordum. Hep katkıda bulundum, ama arkadaydım. Elimden geleni severek yaptım. Çünkü Ruhi ’yi gerçekten çok sevdim.”

Bugün, Ruhi Su’nun türkülerini sahiplenerek, kaybolmaması için arşivleyerek bu katkıyı sürdürüyor Sıdıka Su. Artık üreten o. Her ölüm yıldönümünde bir kaset çıkararak türkülerinin yaşamasını sağlıyor. Bir Türkü Adam’ın, “Türkü Karısı” o... Sonsuzluğa ulaşmış bir yolun, bilgi ve sevgiyi yüklenmiş yolcusu...

BERAT GÜNÇIKAN
Cumhuriyet Dergi, 24 Eylül 1995,
Sayı:496, S. 3-6

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI