MUZAFFER TAYYİP
KAN
Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken
Meseleyi o saat anladım
Anladım ama, iş işten geçmiş ola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ
Meselâ gökyüzü,
Maviydi alabildiğine
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi âlemine.
*****
RÜŞTÜ ONUR
MİDYE ÇIKMAYACAK
Karpuz kabuğu suya değince tekrar,
Mayo düşünülmez...
Ve mevsimin getirdiği kapı komşusu,
Buharalı mıdır Çinli midir bilinmez.
Bilinmez Buhara’da akşam olduğu
Kabuğunun içinde midye
Bilir mi acep akşam olduğunu?
Farkında mısın bu yıl,
Ferdası yıl olduğu gibi
Midye çıkmayacak.
Medarlardan gemiler gelmedikçe...
Şiirleri de yazgıları gibi açıklanmaz bir biçimde
birbirlerine benzeyen bu iki şairi bir arada anmak gerekliliğini duydum. Şiirlerinin birbirlerine
benzerliği açıklanabilir bir bakıma: İçinde
bulundukları toplumsal sınıf, eğitimlerinin benzerliği, uzun süre bir arada bulunmanın verdiği
karşılıklı etkilenme - etkilenme bile değil bu, birtakım şeyleri birlikte bulma, birlikte düşünme -
şiirlerindeki benzerliği açıklamaya yeter. Ama
yazgıları...
İkisi de şair kişiliklerini sağlamca kuramadan
ölüp gitmişler. Birinin şiiri rahatça öbürüne mal
edilebilir. Yalnız bana göre Muzaffer Tayyip, Rüştü
Onur’dan biraz daha yetenekli, daha şair. Yalnız
yukarıya aldığım iki şiirden, «Midye Çıkmayacak»
şiirini «Kan» dan daha çok sevdiğimi söylemeliyim.
«Ferdası yıl» gibi çok büyük bir dil
yanlışı bulunduğu halde.
Bu şiir, Rüştü Onur’un imge kurmaktaki ustalığını, en azından imgeyi boşlamadığını göstermesi bakımından da çok önemli. Muzaffer Tayyip’de de Rüştü Onur’da da şiirsel kata ulaşabilmiş bir tek imgeye raslıyamazsınız «Midye Çıkmayacak» şiiri dışında.
Daha doğrusu, imge kurma diye bir kaygıları
yoktur. Bu kaygısızlık, onların şiir konusunda
sevgisizliğini, zayıflığını göstermez. Gündeş
oldukları şiir anlayışı, imgeyi «şairane» diye
sürüp çıkarmıştır şiirden. Denebilirse «narrative» dir daha çok.
İkisi de içten bir bağlılıkla o günlerin anlayışına uyarlar. Üstelik onların bu şiirleri yazdıkları yıllarda Orhan Veli «Garip» ini henüz poetika haline getirmemiştir; sezgileriyle
varırlar bir şiir beğenisinin kıyısına. (Sadece sezgileriyle değil; mektuplarından, sağlamca bir dost çevresi kurdukları anlaşılıyor. Bu durum , aşağıda ayrıntılarını vermeye çalışacağım bir sonuca varır.)
Özellikle Muzaffer Tayyip, Orhan Veli’nin şiire
önerdiği ya da şiirini yaptığını söylediği «küçük
adam»ı ondan daha iyi tanır. Taşrada, tam
küçük adam yaratan ortamda, yaşamasının verdiği
güdüyle daha saf durumunda bulup sunar
onu. Ne var ki Muzaffer Tayyip’in küçük adam'ı
biraz yalınkattır; sadece p ara sıkıntısı çektiği için
küçük adamdır. Hemen her şiirinde parasızlıktan
yakınır; bu yakınmada belli belirsiz bir «durum
undan hoşnut olma», hattâ övünme payı da bulabiliriz.
Bu övünme payı onun hiç yitirmediği,
yitirmemeye çalıştığı «yaşama sevinci» nden çıkartılabilir. Böylelikle, Türk şiirine getirilen küçük adam miti, daha başlangıçta, bu tipin bütün
davranışlarının ilk akla geldiği biçimde kalıplaştırılmasından ötürü ölü doğar, yaşarsa da kendine aykırı bir çeşit mitoman gibi dolaşır aramızda
Bu çeşit şiirlerde «parasızlık» bir «leit motive»dir.
Karşılık görmeyen sevgi, vazgeçilmez bir
durumdur; elele tutuşmak büyük bir mutluluktur;
hüzün, ilkel bir alaycılığa dönüşür. Yani
bütün bu durumlar ister istemez takınmadır,
çünkü «şiir adına» yapılır. Sözgelimi yaşama
sevinci «kimse benim gibi bir pilâkinin tadına varamaz, kimse benim gibi Evadoksiya’yı öpemez»
gibi bir kolaylıkta karar kılar. Yaşama sevincinin
gelmişi-geçmişi, bütünlüğü yoktur bu duygulanmalarda, şairlerin önermek istedikleri hümanizmanın temel değerlerini taşımaz.
Bununla birlikte, Orhan Veli’nin küçük
adam’ı biraz daha boyutludur. Orhan Veli, onu
daha şiirsel durumlarıyla, şiire yatkın yaşantısıyla
şiirine koyar.
Rüştü Onur, görünüşte daha alçakgönüllü,
daha çekingendir. Belki de bu çekingenlik, şair
olarak kendine güvenin, yaptığına inanmanın rahatlığından gelmektedir. Ama Muzaffer Tayyip
de, Rüştü Onur da daha çok dünyayı tanımanın,
dünyayı tatmanın şaşkınlığı ve sevinci içindedirler.
Çok şiir okumuşlardır, okumaktadırlar; sağlam sezgileri vardır, yaşamayı severler. Delikanlılıklarının, şiiri delikanlıca sevmenin bütün tadları ve acemilikleri vardır şiirlerinde. İddiaları
yoktur. Şiir okumanın ve dünyayı şiirden sevmenin
verdiği rahatlıkla, kendilerini etkileyen her
konuyu şiir haline getirirler. Tutsun tutmasın.
Şiirleri, bir bakıma, alışılmış ölçüleriyle şiir değil
bir çeşit hatıra defteri niteliğindedir; aslında bütün tadları da buradan gelir.
Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur’un büyük
bahtsızlıkları, erken ölümleridir. Yaşasalardı... ne
olurlardı bir şey söylenemez. Yalnız ölümlerinin
peşinden hemen birer «deha» durumuna getirilmeye çalışıldılar. Türkiye’de bir Rimbaud efsanesi... Böylelikle iki tutku karşılığını bulacaktı:
birincisi, şiir geleneğimizde eksikliği duyulan
«genç ölmüş deha», ikincisi (daha önemlisi) bu
dehayı keşfeden başka dehalar. İkisi de tutmadı
sonunda. Onlar sevgileriyle başbaşa kaldılar.
Onlardan aldığım bu şiirler, bana göre en
güzel şiirleri. Başkaları başka şiirlerini seçebilirler
ve bu hiçbir şeyi değiştirmez. Değil mi ki
«Kan» Muzaffer Tayyip’in yetkin şiiri, «Midye Çıkmayacak» Rüştü Onur’un en özlediği şiir türüdür. Biri en iyisini yapmış, biri daha da iyisine özenmiştir. Ve ikisi de istediklerini yapamamışlardır. Bütün toylukları ve sevimlilikleri parıldayıp durur şiirlerinde.
Ne kalır Muzaffer Tayyip’ten, Rüştü Onur’dan
Türk şiirine? Her şairin delikanlılık çağındaki
sevecenliğinden başka ne kalır? Bu da az şey
değil, ikisi de şiiri uğraş bellemişler bir kere, en
iyiyi arayıp durmuşlar. Bu bile özdenliğin bir örneği
olarak her zaman anılabilir.
Bence, ikisinin de en önemli özelliği gelecek
«güç bir şiiri» sezmiş ve bunu gerçekleştirme çabasına girmiş olmalarıdır. İkisine de sevgi uzaklardan...
TURGUT UYAR
Bir Şiirden, S. 105-110

ŞİİRLERİ