Efendim, seyri meşgulat, aşkı hicazet, gönlü hikayet ustaları böyle nizama çeker ki, âşık toylarda, düğünlerde hikâyeler anlatır; âşık, zamanında Türk
askerinin önünde askere cesaret vermek için, moral vermek için kahramanlık
şiirleri, kahramanlık destanları söyleyerek ordumuza ve milletimize bir hamasilik havaları yaşatmıştır.
Ustalar böyle nizam etmiş ki tarihlerde yaşamış olan Koç Köroğlu ve Kiziroğlu Mustafa Bey.
Kiziroğlu Mustafa Bey, yaşadığı köyde her şeyden elini ayağını çekmiş, hanım sultanıyla beraber evinde hayatını sürdürmektedir. Ama gel gör ki haberi kimden verelim, Çakırdalı Çamlıbelli Koç Köroğlu’ndan verelim.
Köroğlu, yavrusu Ayvaz’ı evlendirmek istemiştir. Ama gel gör ki kızın babası, Köroğlu’na şartlar koşmuştur:
— Ey Koç Köroğlu, benim senden isteğim var.
— İsteğin nedir, demiş Köroğlu.
— İsteğim şudur: Eğer ki Kiziroğlu’ndan çemçırak taşlarını kızıma hediye olarak getirirsen ve bir de Bağdat’tan bir çift turna teli getirirsen kızımı
oğluna veririm.
Eskiden, gelinlik kızların, gelinlerin başına turna telleriyle taç yapılırdı (fakat şimdiyse, görüyoruz, beyaz gelinlikler içerisinde, arabalar içerisinde
gelinlik kızlarımız evlenir, toyları, düğünleri tutulur).
Köroğlu’nun zamanında gelinlik kızlar at üzerinde, davul zurna eşliğinde, önünde naralar atılarak,
meddahlar oynayarak baba evinden çıkarılıp kayınbaba evine hareket ederdi.
Kendisinden istenenler karşısında Köroğlu düşündü ki;
“Kiziroğlu Mustafa Bey’den ben bu çemçırak taşlarını istersem, Kiziroğlu Mustafa Bey bana bu
taşları vermez ve de beni öldürür.” Çünkü Kiziroğlu Mustafa Bey, Köroğlu’ndan
daha güçlü bir pehlivan idi.
Köroğlu, yedi bin yedi yüz elli keleşini topladı kalesine, derdini anlatmaya çalıştı. Kimdir onun baş keleşleri: Emmisi Köse Kenan, Kabre Sığmaz, Selam
Vermez, Zincir Kıran, Ayı Boğan. Bunları bir araya toplayarak dedi ki:
— Buna bir tebdil.
Köse Kenan’ın tebdili, Köse Kenan’ın hilesi, Köse Kenan’ın düşüncesi
dünyada hiç kimsede yokmuş. Cenabı Allah, Köse Kenan’ın çenesinde sadece iki tüy bitirmiş, iki tüy de kafasında. Köse Kenan, öyle bir feyzdar, öyle bir
rehber ki Köse Kenan’ın yapmış olduğu rehberliği, yapmış olduğu feyzdarlığı
dünyada hiç kimse yapmamıştır.
Köroğlu, geriye dönüp dedi ki:
— Emmi Köse Kenan, bundan başka artık benim hiçbir kurtuluşum yoktur. Ayvaz’ıma gelin getirmek istiyorum, Çamlıbel’de kırk gün kırk gece düğün
yapmak istiyorum, buna bir çare.
Köse Kenan, şöyle çenesindeki bir karış uzamış iki tüye tele mızrap vurur gibi el attı, kalenin burcunda bir sağa bir sola yürümeye başladı.
Köroğlu’nun yanındakiler kimdi: Hanım Nigar, bir tarafta Dağıstanlı Han Nigar, öte tarafta Erzurumlu Hasan Paşa’nın bacısı Perizat Sultan. Biri
Köroğlu’nun kahvesini doldurur, biri de Köroğlu’nun tütününü doldurup yakardı.
Köse Kenan, dert gam içinde, gidip gelip çare düşündü. Yavaş yavaş aşağıya indi Köse Kenan.
Köroğlu dedi:
— Emmi, tebdil nedir?
Köse Kenan dedi:
— Yavrum, bunun tek bir tebdili var. Sen tebdili kıyafet olacaksın, bir
derviş kıyafetinde. Eline üç el tespih bir de bir kitap alacaksın, derviş kıyafetinde gideceksin, Kiziroğlu Mustafa’nın oturduğu köyü bulup çemçırak taşlarını
getireceksin.
Köroğlu kalktı, eline üç el tespih bir de bir defter aldı, bir kitap. Kitap
nedir, kitabın ocağı batsın. Keleşlerinin iyisini bir tarafa yazmış, kötüsünü bir
tarafa yazmış. Eline aldı tespihi, “süphaneke sürgitsin, dördü beşi bir gitsin,”
diye diye düştü yollara.
Zaman o zamandı ki Köroğlu, bir dağın üzerine çıkarak, gecenin tam dar
zamanıydı, döndü baktı ki Çamlıbel gözünün önünden kaybolmuş,
“eyvah, acaba bu derviş kıyafetiyle beni şimdi bu dağda eşkıyalar, bezirgânlar, çobanlar
yakalarsa bana ne işkenceler yapmazlar ki!” diye düşündü. Orada yâdına kim
düştü:
Han Nigar, Perizat Sultan, oğlu Hasan Bey ve Ayvaz Han.
Görünmez gözüme aslan keleşler
Ne zaman şafak olur atar bilmirem
Koç Köroğlu garip kaldı bu dağda
Acaba nerede yatar bilmirem
Beni salma yavrum çene dumana
Aklım ermez oldu hayli zamana
Ünüm yeter mi ki oğlum Hasan’a
Başıma ne oyun tutar bilmirem
Bülbüller bahçede bağlarda kaldı
Köroğlu çok eski çağlarda kaldı
Şimdi de karanlık dağlarda kaldı
Acaba bacası tüter bilmirem
Sözünü bitiren Köroğlu yavaş yavaş dağdan aşağıya doğru inmeye başladı.
Diyecekler ki “Köroğlu’nun kır atı neredeydi? Neden at üzerinde değildi?” Köroğlu eğer at üzerinde Kiziroğlu Mustafa’nın evini veyahut da yurdunu aramaya
çıksaydı hiçbir zaman menziline ve isteğine ulaşamazdı. Çünkü Kiziroğlu Mustafa, Köroğlu’nun atını üç günlük yolda görse tanırdı. Ama Kiziroğlu Mustafa’nın
ala paça bir atı var, Köroğlu’nun atından daha cesaretli, daha güzel koşan bir at.
Köroğlu, derviş elbisesinde ve kılıcını şöyle kınıyla beraber cübbenin altından pantolonun içerisine yerleştirmiş, yavaş yavaş inerek karanlıklar
içerisinde, baktı ki bir ışık geliyor. “Allah’ım, sana şükürler olsun ya Rabb-ül
Âlemin! Demek ki ya bir köye rastladım ya bir çobana veyahut da bir çiftçiye,
çift ekiyor,” dedi.
Köroğlu yavaş yavaş hareket edip ışığa doğru ilerledi. Geldi, yaklaştı,
baktı ki bir çadır kurulmuş; ama bu çadır çok görkemli bir otağa benzer.
“Acaba
bu çadır hangi hükümdarındır, acaba Bolu Beyi’nin adamlarının mıdır, bu kimdir acaba,”
diyerek yavaş yavaş çadırın içerisine başını şöyle bir uzattı, baktı ki üç-dört insan oturmuş sohbet ediyorlar. Köroğlu derviş kıyafetinde olduğu
için, Köroğlu’nu kendi babası dahi görse tanımaz.
— Selâmünaleyküm,
— Aleykümselâm, derviş baba, buyur.
Ayağa kalktılar, derviş babaya yer gösterdiler, minder attılar derviş babanın altına. Derviş babanın oturuşu, ocağı batsın! Köroğlu’nun kafasını anası
on beş günde zor doğurmuştu. Köroğlu’nun kafasını gören, öyle biliyordu ki
Azrail’le kardeştir, hemen canımı alacak. O haldeydi Köroğlu’nun kafası. Adamlar şöyle bir baktılar, “yahu, bu herif derviş kıyafetinde ama bunun kafası, gözü
hiç dervişe benzemiyor,” dediler kendi aralarında.
— Derviş baba, hayrola, nereden gelip nereye gidersin?
— Garip bir dervişim, Van’dan geliyorum.
— Van’da ne arardın, ne işin vardı?
— Vallahi orada bir dergâhta bir derviş var idi, onu ziyarete gittim, şimdi de döndüm, buralarda bir dostum var, onu arıyorum.
— Dostun kim?
— Buralarda ismine Kiziroğlu Mustafa diyorlar.
— Baba, bu muhitte, bu semtte Kiziroğlu Mustafa diye bir insan yoktur.
— O zaman, bana müsaade verin, benim yolum uzun, benim yoluma hareket edip menzilime ulaşmam lazım.
Köroğlu yavaş yavaş ayağa kalkarken onun boyuna posuna şöyle bir
baktılar ki Köroğlu sanki bir aslan tipli.
— Yahu, derviş baba, senin boyun, kafan, gözlerin aynı Çakırdalı Çamlıbelli Koç Köroğlu’na benziyor. Akraban falan olur mu?
— Yok, baba, Köroğlu kim, ben kim? Garip bir adamım, garip bir dervişim, Köroğlu ile benim ne alışverişim olur?
Kıymetli dostlar, Köroğlu hareket eder çadırdan. Şafak atmaktaydı, bir
köye girdi. Köyün içinde baktı ki çobanlar kaval çala çala sürüleri yamaca sürmek ister.
— Selâmünaleyküm, çoban kardeş,
— Aleykümselâm, derviş baba, hayırdır, bu şafak zamanı bu dağlardan,
bu taşlardan, nereden gelip nereye gidersin?
— Çoban kardaş, garip bir dervişim, bir dostumu ararım.
— Dostun kimdir?
— Kiziroğlu Mustafa Bey derler.
— Aman derviş baba, ben kırk yaşındayım, kırk yıldır dağda çobanlık
yaparım, Kiziroğlu Mustafa diye bir isim bile duymadım.
Çoban el götürdü elindeki değneğe. Dedi:
— Derviş, akıllı ol, git, kendine başka yerde yitiğini ara. Bura senin yitiğinin yeri değil.
Kıymetli dostlar, Köroğlu’na öyle bir ağır yük yüklenmişti ki artık ya bu
turna telleri ile bu çemçırak taşlarını bulacaktı ya da Ayvaz’ı everemeyecekti.
Köroğlu öyle bir derde duçar oldu, öyle bir derde gama battı ki “vallahi, ben
herhalde bu Kiziroğlu Mustafa Bey’i bulamayacağım, bu turna tellerini de bu
çemçırak taşlarını da getiremeyeceğim, oğlum Ayvaz’ı da everemeyeceğim,”
diye düşündü.
Köroğlu yavaş yavaş yoluna devam etti, revan oldu. Az gitti uz gitti, dere
tepe düz gitti, zaman geldi ki Kiziroğlu köyüne ayağını bastı. Kiziroğlu köyüne
ayak basan Köroğlu sağdan soldan soruşturuyor:
“Ben, Kiziroğlu Mustafa diye bir yiğit, ekmek sahibi, sofra sahibi, misafir
sahibi bir yiğit arıyorum.”
Diyorlar ki: “İşte, Kiziroğlu Mustafa’nın kapısı şuradır.”
Yavaş yavaş gelen derviş kapıyı çalar, önüne Kiziroğlu Mustafa Bey’in
hanımı çıkar.
— Selâmünaleyküm,
— Aleykümselâm,
— Ben, Kiziroğlu Mustafa Bey’i arıyorum. Bir Allah misafiriyim, uzak
yoldan gelirim.
— Kusura bakma derviş baba, kocam Mustafa Bey evde yoktur, yayladadır, ama gel gör ki Mustafa Bey evde yoksa da evi evdedir. Buyur, içeriye gel,
geç içeriye.
— Yok, anam yok, ben erkeği olmayan evden içeriye adımımı atmam.
— Derviş baba, ev senindir, buyur.
Yiğit adamın karısı da yiğit olur. İçeriye buyur ettiyse de bu Köroğlu’nun
adedi değildi. Köroğlu’nun üç adedi vardı. Bir, içinde erkek olmayan evin kapısından geçmezdi. Bir de Köroğlu kahveyi cezveyle içerdi, fincanla ömür boyu
kahve içmezdi. Üçüncüsü, Köroğlu, bir yerden kalktığı zaman, eğer bir insan
kalkıp onun yerine otursaydı, o kişiyi öldürmek zorundaydı ve onu düşman
olarak kabul ederdi.
Hanım sultan ne kadar onu buyur ettiyse de içeriye girmedi.
“Peki, derviş baba, şu ağacın altına geç, ağacın altında otur, ben sana erzak getireyim, ayran getireyim, ekmek getireyim. İnşallah akşam Mustafa Bey eve döner,” dedi
hanım.
Köroğlu geldi, uzandı ağacın dibine. Hanım sultan içeriye girerek evde
ne var ne yok getirdi, Köroğlu’nun önüne döktü. Bir tepsi pilav getirdi, et getirdi, ayran getirdi. Köroğlu pençeyi vuruyor tepsinin içerisine, pilavı atıyor
ağzına.
Hanım sultan şöyle bir baktı ki “yahu, bu adamda hiç derviş tipi falan
yok, hiç dervişe falan benzemiyor. Adamın pençeleri sanki Azrail pençesidir,
vurduğu zaman kaldırıyor ve mideye indiriyor,” dedi kendi kendine. Onun
şöyle bir enine baktı, uzunluğuna baktı:
“Derviş baba, sen nerelisin,” dedi.
“Vallahi, bacım, Van tarafından bir yerde bir derviş vardı, onu ziyaret ettim,
şimdi de döndüm, köyüme gideceğim. Yol azdım, buralara geldim. Dediler ki
seni misafir saklarsa ancak Kiziroğlu Mustafa Bey saklar, ekmek sahibidir,
yiğit adamdır, mert adamdır, cesur adamdır, seni o konak eder bu havalide,”
dedi Köroğlu.
Hanım sultan tepsiyi boşalttı. Köroğlu, üç dakika çekmedi, on beş-yirmi
tane lavaşla beraber bir tepsi pilavı indirdi mideye, ağzını sildi. “Allah’a şükür,”
dedi, tepsiyi kaldırdı, hatun sultanın eline verdi.
— Kahve içer misin, diye sordu hatun sultan.
— Benim bir hasiyetim var, Allah kessin bacım, benim bir hasiyetim var,
dedi Köroğlu.
— Nedir hasiyetin?
— Benim hasiyetim şudur: Bir sefer bana anam kahve vermiş fincanla,
kahveyi içerken dilim yanmış, ondan beridir fincanla kahve içmekten korkuyorum.
— İyi de baba, neyle kahve içeceksin?
— Ben, kahveyi cezveyle içerim.
— Vay benim gözüm üstüne.
Hanım sultan gitti, cezveyi doldurdu, bir köpüklü kahve getirdi,
Köroğlu’nun önüne bıraktı. Köroğlu, o sıcacık kahveyi iki yudumda bitirdi,
kaldırıp cezveyi koydu yere. Kadın şaşırdı, “Allah Allah! Ben ne böyle yemek
yiyen ne de böyle kahve içen bir adam gördüm bu havalide,”dedi içinden, aldı
cezveyi, götürdü.
Köroğlu yol gelmiş, dağlar aşmış, yorgun bir halde. Köroğlu ağacın gölgesinde uzansın, yatmaya başlasın. Haberi kimden verelim, Kiziroğlu Mustafa
Bey ala paça atıyla köye girdi, evine gelip kapıyı çaldı. Hanım sultan kapıyı açtı.
— Selâmünaleyküm, hanım,
— Aleykümselâm, Mustafa Bey,
— Hanım, hayrola, yüzünde bir sevinç var, bir toy, bayram havası var,
bunun manası nedir?
— Vallahi beyim, bir misafir derviş geldi bize, bir ihtiyar derviş, ne kadar buyur ettimse de içeriye girmedi.
— Neden?
— Çok zorladım, buyur içeriye, Mustafa Bey yoksa da evi buradadır, ben
helaliyim, dedim. O da bana ben içinde erkek olmayan eve girmem, dedi.
— Hatun, bu Köroğlu’nun sözüdür. Bunu bir tek Köroğlu söyler. Bu derviş kimdir?
— Vallahi beyim, bir şey daha var: Küçükken anası ona fincanla kahve
vermiş, dili yanmış, o vakitten beri ben kahveyi cezveyle içerim, dedi.
— Vallahi bu Köroğlu’dur. Ama Köroğlu’yla dervişin, dervişliğin ne işi
var, ne hikâyesi var?
Kiziroğlu Mustafa Bey, ala paça atını teslim etti hanımına. Hanım atı tavlasına çekti. Kiziroğlu Mustafa Bey ağacın yanına geldi, baktı ki derviş ağacın
gölgesinde yatıyor. Onu dürterek uyandırdı. Derviş uyanır uyanmaz Kiziroğlu
Mustafa Bey bir salâvat getirdi; koltuğunda bir kitap, elinde üç el bir tespih,
ayağında çarık, yüzü gözü öyle bir halde ki Köroğlu’nu babası görse tanımaz.
— Selâmünaleyküm, derviş,
— Aleykümselâm, sen Kiziroğlu Mustafa olmalısın.
— Evet, ben Mustafa Bey’im.
— Ben bu havalide üç-dört köy dolaştım, gel gör ki hiç kimse beni misafir etmedi. Bana dediler ki seni etse etse Kiziroğlu Mustafa Bey misafir eder.
Beni Allah misafiri olarak bu gece evinde misafir et, yarın kalkayım köyüme
gideyim.
— Derviş baba, Allah misafiri başım gözüm üstünedir. Ama gel gör ki
senden bir ricam var. Sen iki söz söylemişsin, bu iki söz benim kulağımda küpedir.
— Ne söylemişim?
— Sen demişsin ki ben, içinde erkek olmayan evin kapısından adımımı
atmam. Bu bir, ikincisi, demişsin ki ben, kahveyi fincanla değil, cezveyle içerim.
— Doğrudur, oğul.
— Bu sözün tek bir sahibi var, o da Köroğlu’dur. Bana söyle, sen kimsin?
— Efendim, ben bir garip dervişim, Köroğlu kim, ben kim? Beni götürür
o eşkıyaya, o adam katiline, o caniye benzetirsen, ben kendi kendime üzülürüm, ölürüm. Etme, tutma.
— Peki, buyur içeriye.
Kiziroğlu Mustafa Bey, Köroğlu’nu içeriye buyur etti. Sedire oturdular,
sağdan soldan sohbet ettiler. Ama Köroğlu’nun gözleri fal taşı gibi açılmış,
çemçırak taşlarını arıyor.
Çemçırak taşları da, efendiler, eskiden padişahların saraylarında şimdiki ampuller gibi ışık verirmiş. Saraylarda o çemçırak taşlarını odaların köşelerine yerleştirirlermiş, o çemçırak taşları da o sarayı şimdikinin ampulü gibi,
elektriği gibi aydınlatıyormuş.
Baktı, gözüne ne çemçırak taşı gelir ne bir şey. Kiziroğlu Mustafa’nın
evinde sadece bir gaz lambası yanıyor. Sağa döndü, sola döndü, baktı ki yok.
Köroğlu “oğul, benim yerimi nerede serecekseniz serin, benim uykum
geldi, yatma saatim geldi. Ben, ihtiyar bir adamım, biraz yatayım, yarın yoluma
devam edeceğim,” dedi.
Köroğlu’ydu. Yerini, otağını gösterdiler, altına iki döşek serdiler. Efendime söyleyeyim, Köroğlu’nun önünde karılı kocalı, Kiziroğlu Mustafa Bey ile
hanım sultan pervane dönmüşler.
Gecenin dar zamanıydı, Köroğlu evi kontrol etmeye kalktı. Kapı açılırken Kiziroğlu Mustafa Bey seslendi:
— Derviş baba, bir şey ister misin?
— Yok, oğul, biraz su aradım.
Kiziroğlu Mustafa Bey kalktı, dervişe su verdi. Aradan birkaç saat geçtikten sonra Köroğlu evi bir daha kontrol etmeye kalktı. Kapı açılırken yine
Kiziroğlu seslendi:
— Derviş baba, bir arzun var mı?
— Yok, oğul, yok, sen yat, rahatına bak, ben hiçbir şey istemiyorum.
Baktı ki bunun hiçbir çaresi yoktur, bu adam ne yatar ne dinlenir ne de
bu çemçırak taşlarının bir ışığı bir yerden gelir. Şafak atana kadar, Köroğlu,
sağa döndü, sola döndü, bir deli boğa gibi kendisini yedi bitirdi.
Şafak attı. Şafak attı ama Köroğlu eli boş, yüzü kara, “Allaha ısmarladık,” demek zorunda
kaldı.
Köroğlu, geriye dönmek zorunda kaldı. Eli boş bir halde geri döndüğü
zaman, Han Nigar baktı ki Köroğlu gelir ama bu geliş hiç o gelişe benzemez.
Sanki Köroğlu’nu on beş pehlivan dövmüş, Köroğlu öyle bir halde gelir. Yavaş
yavaş Çakırdalı Çamlıbel’e yaklaşırken, Köse Kenan baktı ki Köroğlu içeri giriyor.
— Selâmünaleyküm, Köse emmi,
— Vay aleykümselâm, hayırdır, nerede turna telleri, nerede çemçırak
taşları?
Köroğlu oğluna döndü:
— Oğlum, Ayvaz,
— Buyur, baba,
Köroğlu’nun iki odası vardı; biri dem odası, biri gam odası. Köroğlu, dem
odasına girdiği zaman sazlı sözlü sohbet olurdu, o gün bayram olurdu. Köroğlu, gam odasına girdiği zaman yedi bin yedi yüz elli keleşi, askeri yasa boğulurdu, karalar giyerdi ki Köroğlu gam odasındadır.
— Yavrum, Ayvaz,
— Buyur, baba,
— Yavrum, benim sazımı getir.
Ayvaz, koşarak, dem odasından Köroğlu’nun on iki telli sazını getirdi.
Bakalım ki burada Köse Kenan’a derdini nasıl söylüyor:
Köse emmim sakın gel bana gülme
Deme ki Köroğlu eli boş geldi
Öyle bir yiğidem duçar olmuşam
Gece gündüz bana kara taş gelir
Han Nigar “kişioğlusun, adam oğlusun, koskoca Azrail’le pençeleşirsen,
ordulara karşı gelirsen, dünyayı titretirsen, bir oğlunun düğününe bir çemçırak taşını getiremirsen. Hay senin kimi Köroğlu’na yazıklar olsun! Öyleyken
bu kalenin içinde bize Köroğluluk ediyorsun, he!” dedi.
“Dur hatun, dur,” dedi
Köroğlu:
Cahiller yolundan sapar dolanır
Kamillerden hisse kapar dolanır
Bükmediği eli öper dolanır
Anladım ki dünya bana boş gelir
Köse Kenan “aya sana yazıklar olsun! Seni buradan göndersem, git şu
çobandan iki tane koyun getir desem, ey evi yıkılmışın oğlu, çoban seni değneğiyle döve döve kaleye getirir. Sen demek öyle bu keleşlerin sayesinde Köroğluluk yapıyorsun, he!” dedi.
“Dur hele emmi, dur deyirem, hele dur,” dedi
Köroğlu:
Üstüme akıtma boşuna o yanı
Ben seni tanıyorum sen de ki beni
Ayvaz’a kurbandır Köroğlu canı
Gelir üzerime elli beş gelir
Geçti menden
Ok değdi geçti menden
Mert adamlara köprü oldum
Namert de geçti menden
“Emmi, geçti menden, ok değdi geçti menden, mert adamlara köprü
oldum, ama namert adamlar da geçti benden. Köroğlu’nun canı kurbandır
Ayvaz’a, ister üzerime elli gelir, beş gelir, ağlıyıram, gözlerimden yaş gelir,” dedi
Köroğlu.
— Han Nigar,
— Buyur, Köroğlu,
— Gam odama çekil, kahvemi hazırla, pipomu doldur, gelirem.
Dağıstanlı Han Nigar gam odasına giderek Köroğlu’nun kahvesini hazırlar. Perizat Hanım, Köroğlu’nun piposunu tütünle doldurmaya başlar. Köroğlu
kahvesinden bir yudum aldı, arkasından pipoyu bir çekti ki sanki takavut treninin başından bir duman çıkıyor. Köroğlu öyle gamlanmış, öyle hiddetlenmiş:
— Emmi,
— Buyur, Köroğlu,
— Emmi, buna bir tebdil bul.
— Oğul, ben sana tebdil buldum ama sen tebdili kıyafette tebdilimin çaresini yerine getirmedin.
— Emmi, çaresi nedir?
— Delikanlı gibi, bineceksin kır atın üstüne, gideceksin Kiziroğlu
Mustafa’nın kapısına. Selâmünaleyküm, aleykümselâm. Diyeceksin ki ben sana
Allah misafiriyim. Gece de kalkacaksın, çemçırak taşlarını alıp kır atın üstünde
süvari olarak geleceksin, Çamlıbel’de düğüne başlayacağız.
— Olmaz emmi, olmaz. Öyle olmaz. Kiziroğlu Mustafa’yı sen tanımıyorsun. Benim yüz tane fendim var, Kiziroğlu Mustafa Bey sadece bir tane fendimi
bilmez, doksan dokuz fendimi bilir ama bir tane fendimi bilmez, o da bende
gizlidir.
— Nedir o?
Köroğlu kalkıp kır atını siyaha boyadı. Otlarla boya yapılırmış o zaman.
Eskiden kumaşlarda, halılarda, dokuma kilimlerde kullanılan, ottan yapılan
boyalar vardı, otun kökünden. O otun kökünden kır atının üzerini bir boyayla,
simsiyah, öyle kapladı ki kır atı hiç kimse tanımaz, Kiziroğlu Mustafa’dan başka kimse tanımaz, tanırsa bir o tanır.
Köroğlu kır atını boyadıktan sonra tekrar derviş kıyafetine büründü, elinde tespihi ve koltuğunda kitabı, at üzerinde geldi, nereye, Kiziroğlu Mustafa’nın evine.
Kapıyı çaldı. Kiziroğlu evde yok.
— Selâmünaleyküm, hanım sultan,
— Aleykümselâm, derviş baba, sen geçen gün buraya yayan geldin, şimdiyse atlan, hayırdır?
— Vallahi, ben, Kiziroğlu Mustafa’ya bir emanet verecektim, o emaneti
unuttum, veremedim, ben de geriye dönmek zorunda kaldım.
— Emanet nedir?
— Onu kendisine vereceğim.
— Vallahi, kusura bakma derviş, Mustafa Bey yine yayladadır. Ama akşama kadar beklersen, gelsin, emanet mi verirsin, söz mü dersin, ne dersen
kendisine söyle.
Köroğlu’nun atını tuttu, tavlaya çekti hanım sultan, atının önüne arpa
koydu, saman koydu. Köroğlu yine içeriye girmedi, ağacın gölgesinde oturdu.
Ağacın gölgesinde oturdu, akşamın dar zamanıydı. Köroğlu’nun kulakları yerden çok büyük nem alırdı, çok büyük ses alırdı. Köroğlu kafasını toprağa
koymuştu, baktı ki bir ses geliyor. Bu ses, Kiziroğlu Mustafa Bey’in atının ayak
sesleridir, nal sesleridir. Bu ses bir tek kır atta var, bir de ala paça atta var.
Oturdu, kalktı şöyle, kafasını ağaca yaslayarak “ya Rabb-ül Âlemin, yerleri gökleri
yaratan Allah, ey bu dertte Yunus’u deryadan kurtaran Allah, İbrahim Halil’i
nardan kurtaran Allah, ne olur, beni keleşlerimin yanında, beni Han Nigar’ın,
Ayvaz’ın, Köse Kenan’ın yanında mahcup etme,” diyerek el kaldırıp dua etmeye
başladı. Çaresi kalmamıştı Köroğlu’nun.
Kiziroğlu Mustafa Bey kapıya geldi, baktı ki hanımı tekrar onu karşıladı.
— Selâmünaleyküm, hanım sultan,
— Aleykümselâm, Kiziroğlu, konuğumuz var.
— Kimdir?
— Geçen bize gelen derviş var.
Artık atı da tavladadır falan demedi, unutmuş. Kiziroğlu Mustafa Bey,
dervişe hoş geldin ederek, onu içeriye buyur etti. İçeriye girdiler. Kiziroğlu
Mustafa Bey baktı ki dervişin hali hal değil.
— Derviş baba, hayrola, sen buralarda bir yitik arıyorsun, ama ne olduğunu bilmiyorum. Olur ya, derdini söylemeyen çare bulamaz. Eğer derdini
söylersen, belki ben de senin derdine bir çare bulabilirim.
— Yok, beyim, Allah’a şükür, derdim merdim yoktur. Aha işte böyle garip
bir dervişim, sahibim yok, yiyeceğim yok, elim yok günüm yok, akrabam yok,
hısımım yok, dolaşıp dururum.
Ama Kiziroğlu Mustafa Bey pirelenmiştir. Köroğlu’nun oturuşundan kalkışından, yemek yiyişinden, kahve içişinden öyle bir hislenmiştir ki “bu, kesinlikle Köroğlu’dur,” diye kanaat getirmiştir.
Yemekler yenildi, sohbetler edildi, sıra yatmaya geldi, gecenin bir yarısıydı, Kiziroğlu Mustafa Bey baktı ki ala paça at tavlayı, ahırı kırıp döküyor,
paramparça edecek, neredeyse binayı uçuracak. Hanımını kaldırdı.
— Yahu hanım, hele uyan, bu atın derdi nedir? Ala paça at neden öyle
kişniyor, neden öyle ayağını yerlere vuruyor, sebep ne?
— Vallahi bey, ben sana söylemedim, bizim misafirin, dervişin atı var,
vallahi misafirin atını öldürdü. Hele bir kalk git.
Kiziroğlu Mustafa Bey içeriye girdi ki ne girsin; ala paça at, kır atın yalmanından, yalından tutmuş, sağa vuruyor, sola vuruyor. Kiziroğlu Mustafa Bey,
kır atı elinden zor aldı. Ama kır at denilmez ki, Köroğlu boyayla kır atı öyle
bir hale getirmiş ki kır atı uyuz bir taya döndermiş Köroğlu. Kiziroğlu Mustafa Bey kır atı ala paça atın elinden zorla aldı. Hem misafirin atının hem de kendi
atının önüne biraz ottan, arpadan, samandan koydu, sonra da gelip yatağına
girdi.
Köroğlu artık yatar mı, yatmıyor. Ama Kiziroğlu Mustafa Bey öyle yorgun, gündüz öyle yorulmuş, öyle bir hale gelmiş ki aniden bir derin uykuya
geçmiş. Bunu fırsat bilen Köroğlu, gecenin ortasında uyandı, çemçırak taşlarını aramaya başladı.
Kiziroğlu Mustafa’nın özel bir odası vardı, o odayı buldu
Köroğlu, oradan çemçırak taşlarını aldı, sonra da kır atı çekip haydi bakalım
nereye, yola revan olmaya başladı. Ala paça at yine ahırı emirmeye, yıkmaya
başladı. Kiziroğlu Mustafa Bey ala paçanın sesine uyandı.
— Uyan hanım,
— Ula baba, nedir, ne oldu, gecenin bu vaktinde beni niye uykumdan
uyandırdın?
— Uyan, derviş bildiğimiz adam Köroğlu’ydu, çemçırak taşlarını götürdü. Yoksa ala paça at mümkün değil bu hale gelmez.
Kiziroğlu Mustafa Bey tavladan içeri girdi, baktı ki misafirin atı yok, eve
gelip misafirin odasına girdi, baktı ki vallahi ne derviş var ne bir şey. Evin yıkılsın Köroğlu!
Köroğlu epey yol almıştı ki Kiziroğlu Mustafa Bey kılıcını kalkanını kuşanarak at üzerine süvari oldu. O koşturdu, öbürü koşturdu. Kır at koştu, ala paça
at arkasından devam ediyor. Köroğlu bir de başını çevirdi ki ne çevirsin; arkadan bir ejderha geliyor, bir yıldırım ateşi geliyor. Atının üzerine eğilip “aman
kır at, canım kır at, beni hiç darda koymadın, beni Kiziroğlu Mustafa’nın ala
paça atından kurtarırsan, yemin ederim, seni mermer çula, seni altına, gümüşe boğacağım, senin eyerini altından, gümüşten yaptıracağım, senin nallarını
altından yaptıracağım, yeter ki bu Köroğlu ezilmesin bir Kiziroğlu Mustafa’ya,”
dedi Köroğlu.
Kiziroğlu Mustafa yaklaşmıştı. Köroğlu, ala paça atın nefesini kulaklarının dibinde, ensesinde hissediyordu. Kır at Çimliçayıra ayağını bastığında
Kiziroğlu Mustafa, Köroğlu’nun önünü kesti,
“ey namert oğlu namert!” dedi,
“ben senin yiğit olduğunu, kahraman olduğunu, zalimin zulmüne karşı geldiğini bilirdim, ama senin bir hırsız olduğunu bilmiyordum. Sana yazıklar olsun!
Senin adına Köroğlu diyen o halktan da mı utanmadın, o babadan da mı utanmadın ki benden izinsiz, benim otağımdan çemçırak taşlarını alıp hırsızlayıp
gidiyorsun?”
Köroğlu halini anlatmak için ne yaptıysa ne söylediyse de fayda etmedi.
“Bana bak Köroğlu,” dedi Kiziroğlu Mustafa, “sen yiğit adamsın, adını, şanını,
namını duymuşum, ama yazıklar olsun! Şimdi yiğitsek, kılıçla birbirimizden
hesap soracağız. Ya sen, ya ben…”
İki koç yiğit meydana girdi. Ellerinde yılan ağızlı, yılan dilli kılıçlar, birbirleriyle üç saat savaş ettiler, yenişemediler.
— Kiziroğlu Mustafa Bey, sen yiğit adamsın, mert adamsın, cesur adamsın. Yorulduk, icap ederse bir on dakika müsaade et, ben uyuyayım. Çok uykusuzum, bu gece uyumadım evinde. On dakika uyuduktan sonra kalkayım,
ondan sonra ya sen beni öldür ya ben seni öldüreyim.
— Hey namert oğlu namert, hiç düşmanın karşısında uyunur mu?
— Uyunur, uyunur Kiziroğlu Mustafa Bey. Namert düşmanın karşısında
uyunmaz, mert düşmanın karşısında uyunur.
Köroğlu bu sözlerle Kiziroğlu Mustafa’yı avlamaya çalışıyordu, ama Kiziroğlu Mustafa avlanacak bir ceylan değildi. Kiziroğlu Mustafa Bey’in cesareti timsaldi. Kiziroğlu Mustafa, ser beser kement üzerinden açılmış, gümüş
kıyafetlerle, altın kabzalı kılıcıyla Köroğlu’yla savaşa başladı. Üçüncü darbede Köroğlu’nu kır atının ayaklarının dibine indirdi, boğazına kılıcı dayadı
Köroğlu’nun.
— Köroğlu, seni öldüreceğim, bunun çaresi yoktur. Be namert adam,
bana deseydin ki çemçırak taşları bana lazımdır, gelinime hediye edeceğim,
ben sana onları hediye ederdim. Neden benim evimden hırsızlayarak çemçırak
taşlarını götürdün?
— Kiziroğlu Mustafa Bey, Allah’ı seversin, beni öldürme. Ama yiğit adam
olduğunu bilirim, yalnız, ben ölsem de senin gibi mert adamın kılıcının altında
öleyim.
— Bana bak Köroğlu, bu kıyafet, bu çal çamur, git kalede sütüne düşene
söyle, askerlerine, sütüne düşen keleşlerine söyle; sütünün hükmü neyse ona
göre hareket et. Haydi, Allaha ısmarladık.
Bunu deyip atının üzerine süvari oldu Kiziroğlu Mustafa Bey.
Köroğlu’nun üstü çal çamur. Kiziroğlu Mustafa Bey, Köroğlu’nu vurmuş,
çayırda yıkmış, çamura belemiş. Köroğlu öyle bir halde yavaş yavaş kalenin kapısına yanaştı. Köse Kenan şöyle bir gözünü günlükledi, şöyle bir baktı ki yahu,
bir adam gelir, ama sanki süte düşmüş kedi.
“Ula oğlum,” dedi Köse Kenan,
“Hasan, Ayvaz, Kabre Sığmaz, Selam Vermez, Zincir Kıran, Ayı Boğan, Allah’tan
Korkmaz, Kuldan Utanmaz, ula hele yıkılın gelin, ula bu ne haldir, bu gelen
kimdir, hele açın kalenin kapısını.”
Kalenin kapıları açıldı ki Köroğlu, yedeğinde kır atla, sanki çamura belenmiş, çamurdan çıkmış bir insan.
— Ula bu ne hal Köroğlu, yazıklar olsun sana, bu ne iştir? Bizim adımızı
da kendi adını da batırdın.
— Yavrum, Ayvaz,
— Buyur, baba,
— Yavrum, benim sazımı getir, yoksa bunlara dert anlatamam.
Ayvaz sazı getirene kadar Kiziroğlu Mustafa Bey arkadan dolanarak
keleşlerin arasına giriyor. Köroğlu kendisine şaşkınlıkla bakan hanımına seslendi:
— Han Nigar,
— Köroğlu, bu ne haldır? Al benim bu leçeğimi, eşarbımı başına bağla da
hiç olmazsa dünya bir Köroğlu görsün.
— Dağıstanlı Han Nigar, benim kalbime kılıç vursaydın bu kadar zoruma
gitmezdi.
— Hey a namert herif, mademki zoruna gider, seni bu hale getiren kimdir?
— Eğlen hanım, eğlen.
Kıymetli dostlar, hiçbir yiğit iki karısının yanında başka bir yiğidi methedemez. İşte Köroğlu’nun yiğitlik timsali kahramanlığı, yiğitlik destanları, hamasi destanları şu sözün içerisindedir:
Bir hışımla geldi geçti peh peh peh
Kiziroğlu Mustafa Bey hey hey hey
Hışmı dağı deldi geçti
Ağam kim, Paşam kim, Ayvaz kim,
Nigar kim, Hanım kim, canım kim kim kim
Kiziroğlu Mustafa Bey bir beyin oğlu, zor beyin oğlu
Vay ben ona eş olaydım peh peh peh
Anadan on beş olaydım hey hey hey
Keşke onla gardaş olaydım
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim,
Ayvaz kim, Hanım kim, canım kim kim kim
Kiziroğlu Mustafa Bey bir beyin oğlu, zor beyin oğlu
“Hele bana bak Köroğlu,” dedi Köse Kenan, “yazık ki sen Deli Yusuf’un
oğlusun. Bu Kiziroğlu Mustafa kimdir, Kiziroğlu Mustafa seni bu hale salacak
adam mıydı ki sen kalkmış iki zenne ehlinin yanında, iki hayat yoldaşının yanında onu methedirsen?”
“Emmi, analar ne yiğit doğurmuş!” dedi Köroğlu,
“Bir tek Köroğlu değil, analar ne yiğit doğurmuş!”
Bakalım ki ne diyor:
Hay edende haya teper peh peh peh
Huy edende huya teper hey hey hey
Köroğlu’nu suya teper
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim,
Ayvaz kim, Hanım kim, canım kim kim kim
Kiziroğlu Mustafa Bey bir beyin oğlu, zor beyin oğlu
O anda Kiziroğlu Mustafa Bey, keleşlerin arasından bir kara, bir şahmar
yılanı gibi süzülerek geldi, Köroğlu’nun önüne kılıç koydu, diz çöktü.
“Köroğlu, bundan sonra sen benim kardeşim, ben senin kardeşinim,” dedi, “bundan
sonra benim can yoldaşımsın, can kardeşimsin. Ant olsun Allah’ın birliğine ki
senin dostun benim dostumdur, senin düşmanın benim düşmanımdır, senin
namusun, şerefin, benim namusum, şerefimdir. Eğer ki gelip burada sen kendini tarifleseydin, kendini methetseydin, o zaman bu kadar askerinin, bu kadar keleşinin içerisinde seni yine bu meydanda, yemin ediyorum, dizin dizin
süründürecektim. Ama gel gör ki iki zenne ehli hayat yoldaşının yanında hiçbir
yiğit başka bir yiğidi tarif edemez, methedemez. Sen yiğitliğini gösterdin. Bundan sonra sen benim kardeşimsin ve benim çemçırak taşlarım da söz veriyorum ki senin oğlun Ayvaz’a düğün hediyem olsun. Sana dört tane de turna teli
getirmişim, o da gelinime taç yapılsın.”
İki yiğit birbirine sarıldı.
Çamlıbel’de kırk gün kırk gece davullar, zurnalar çalındı, halaylar çekildi, koyunlar kesildi, kazanlar kaynadı, yedi bin yedi yüz elli keleş yedi, içti, eğlendi, Ayvaz muradına erdi. Allah cümle hasretleri muradına erdirsin.
Anlatan: Âşık Ali Rıza EZGİ
Seslendiren: Ruhi Su
Kaynak: MURAT ÇOBANOĞLU
Âşıklardan Halk Hikâyeleri I, S. 147-160
