BOĞAZİÇİNDE YALNIZLIK

MİTHAT Cemal Kuntay — bugünün insanları onu ancak televizyondaki Üç İstanbul dizisinin yazarı olarak hatırlayabilirler— , Recaizade Mahmut Ekrem'in bir zamanlar hangi hanımefendiye âşık olup o içli şiirleri yazdığını çok merak etmektedir. Söz konusu hanımefendi çekip gitmiş, Recalzada “Seni söyler, bana, dağlar, dereler...” demek zorunda kalmıştır. Bir gün yazı odasında otururken, Mithat Cemal’i ziyarete gelen Abdülhak Şinasi Hisar meseleyi çözüverecektlr. Yazı odasında, kütüphanede duran yaşmaklı bir resim. Abdülhak Şinasi parmağını uzatır:

— Recaizade'nin sevgilisi Mlhrümah Hanım.

Mithat Cemil: — Suphi Paşa'nın kızıdır, o.

Abdülhak Şinasi: — Evet. Recaizade ona âşıktı. Evlenmek istedi, vermediler, Hariciye Nazırı Saffet Paşa nın oğlu Hariciye Mektupçusu Refet Bey'e verdiler. Genç yaşında ölünce, Mihrümah Hanım’a, Recaizade bu şarkıyı yazdı.

Abdülhak Şinasi Boğaziçi’nde yaşamış bütün hanımları, Boğaziçi'nde yaşanmış bütün aşkları handiyse ezbere bilmektedir. İşte, Mihrümah Hanım da o kadar güzelmiş ki, bütün İstanbul ona âşıkmış. Ne var ki kırk yaşında akciğer kanserine yakalanacak, bir - iki ay içinde ölecektir Hanımefendi.

Mihrümah Hanım'ı çoktan unutulmuş Saffeti Ziya çoktan unutulmuş Silinmiş Çehreler, Beliren Simalar’ında kaleme getirecek, görkemli bir peyzaj çizecektir.

"Kanlıca iskelesinin yanı başında Saffet Paşa oğlu Refet Bey'in yalısı... Yalının rıhtımına Fransız elçiliğinin beyaz muşu yanaşmış... Aşağıkl kattaki büyük salonun açık pencerelerinden, sefirlerden, genç diplomatlardan, İstanbul’un en asil beylerinden gruplar görünüyor. Yalının önünde iki çifte bir harem kayığı duruyor. Beyaz şaldan, ortası ve kenarlan yeşil ve kırmızı dallı ihramı, aynı beyaz şaldan döşemesi, hamlacısının beyaz kadife üzerine beyaz sırma işlemeli cepkeni, hilâli gömleği ile ne zarif bir kayık..."

HANIMEFENDİ YALI KAPISINDA

"Kayıkçılarda bir hareket görüldü. Acele acele nhtıma yanaşıyorlar; alt kattaki salonun penceresinde konuşan beyler, ecnebi misafirler, ihtiramla pencerenin önünden çekildiler. Boğaziçi'nin en zarif hanımefendilerinden biri olan, geçtiği yerlere zarafet içinde ihtişam, güzellikler içinde ismet duygusu veren ve ev sahibinin eşi olan Mihrümah Hanımefendi, koltuğuna bir harem ağası girmiş, işte yalının kapısından çıktı."

Hanımefendi azamet içinde bir sadelik timsalidir. Yeşil gözleri, açık renk başaklar gibi sarı saçları, mevzun endamı, şahane yürüyüşü ile blnblr gece perilerini andırır. Mihrümah Hanım’ın tirşe papaziden yüksekçe bir hotoz üzerine yapılmış, kendine mahsus bir yaşmaklanışı vardır. Yaşmağının ağzı biraz bolca, biraz aşağı doğru sarkıkça, fakat "bir beyaz kamelya kadar" buruşuksuzdur. Açık tirşe feracesinin kenarlarında beyaz boncuk işlemeli, nadir dantelalardan harçlar vardır. Feracenin altında beyaz muslin bir tuvalet, yine ince dantelalar...

Nihayet kayığa binilir. Kalfa beyaz dantelden göz kamaştırıcı bir güneş şemsiyesi açar. Hanımefendi beyaz ve uzun podüsüet eldivenleri geçirir; şemsiyesini alır, hafifçe sol tarafa indirir. Eşsiz güzelliğini yabancı gözlerden saklamaya çalışmaktadır. Derken, şemsiyenin bol dantelaları arasından fındık büyüklüğünde tek taş pırlanta küpeler, ara sıra, bir şimşek gibi parlayacaktır...

Mihrümah Hanım'ın Boğaziçi'nde görünüşü gibi Şair Nigâr Hanım da böyle yalı rıhtımlarında, kayıklarda, Göksu'da görünüp çok derin izler bırakmış değil midir? Üstelik Nigâr Hanım şair olması nedeniyle daha popüler, daha ışıltılı kuyrukluyıldızlardandır. Fakat bunlar hep bir dış görünüştür. Herkesin hayran olduğu, gıpta ettiği, güzelliğine, inceliğine adeta aşkla bağlandığı Şair Nigâr Hanım Boğaziçi’nde bütün bir ömür yalnızlık yaşar. Kocası İhsan Bey, Hanımefendi’yi o saadetsizlikten bu saadetsizliğe sürükleyecek; Macar Osman Paşa'nın kızı Nigâr Hanım da daima melâl içinde şiirler yazacak, "Keder geçer, bırakır yadigâr eserlerini!" diyecektir.

Şair Nigâr Hanım’ın harem-selâmlık töresine pek aldırdığı yoktur. 0, 1908 Meşrutiyet'inden önce, Hisar’daki yalısıyla Nişantaşı - Şişli civarındaki konağında yerli, yabancı ediplerin, sanat mensuplarının ziyaretlerini kabul eder. Tutumunda Avrupalı, zevkinde şarklı bir kibar hanımefendidir. Modası geçtiğinde de başına hotozunu koyacak, zarif feracesinden asla vazgeçmeyecektir. Ihsan Bey’in ablası elbette bu hanımı kıskanacaktır. İkide birde gelin - görümce arasında huzursuzluk başgösterir, Nigâr Hanım kayınbabasının evini terk etmek zorunda kalır.

Bazen çocukları bile kendisine gösterilmez. Bazı ayrılışlarında ve baba evine dönüşlerinde şahsi eşyasına el konur. İhsan Bey şahsi eşyasının iadesi konusunda pazarlığa girişir “ Büyük oğlumuza verilmiş elmaslı turayı geri yollarsanız eşyanız gönderilebilir, yoksa bundan sonra ne yazsanız cevap bile alamazsınız.”

İhsan Bey birbirinden irkiltici teklifler de ileri sürmektedir. 1- Ayrı ev masrafına dayanamadığı için Nigâr Hanım kayınbaba evine dönmelidir. 2- Masrafı paylaşmak şartıyla İhsan Bey, Nigâr Hanım’ın baba evine gelebilecektir. 3- Bundan önce olduğu gibi ayrı yaşamaları da mümkündür. Nigâr Hanım yıllar yılı bu işkenceleri tekrar tekrar yaşar. Neyse ki arada Saray'a devam etmekte, bazı yabancı prensleri, kraliçeleri tanımakta, arada bir Avrupa'ya uzanarak hükümdarlarla tanışma fırsatlarını çoğaltır.

İSVEÇ KRALI 5. GÜSTAV

Sözgelimi Mayıs 1911’de Şair Nigâr Hanım güncesini açıp güzel elyazısıyla şunları yazacaktır:

"Dinlenmek için cenubi Fransa’ya gittim. Monako'da birçok eski yeni ahbaba rastgeldim. Otel dö Pari’nin meşhur çaylarına davet olundum. Bunlann birinde Madam la Baron dö Hobe tarafından İsveç Kralı 5. Güstav'a takdim edildim. Kendisi, mülâkatiyle müşerref olduğum dördüncü hükümdardı. Birlikte çay içtiğimiz sırada, iki yıl önce görüşmüş olduğum Romanya Kraliçesi’nden bahsettik, çünkü Carmen Sylva kalem adıyla nefis şiirler neşretmiş olan Kraliçe Ellsabet, İsveç Kralı'nın akrabasıdır.”

Hanımefendi’nin tanıştığı beşinci hükümdar — bu yaz — Behopal Melikesi’dir. Bir yandan da yazlar geçip gitmektedir.

İşte Şair Nigâr Hanım, o zamanlar çocukluk çağındaki Abdülhak Şinasi'yle kayıktan iner; ona herhangi bir kitap verecektir. Yalının üst katındaki bir odaya çıkılır. Abdülhak Şinasi suskun, belki de tutuk ve içe dönüktür, Nigâr Hanım önce aynanın karşısına geçer, yaşmağını çıkarır. Henüz lambalar yakılmamıştır. Günün inceldiği saat! Boğaz’ın günbatımında bütün renkler şimdi daha alaca, solmaya daha yakın, eşya keskin çizgisini yitirmiş, geçilemez olmuştur.

Nigâr Hanım da sessizliği bozmaz. Yaşmağının ardından hotozunu, İğneleri çıkarır; saçının süslerini bozar. O derinleşen sessizlikte, daima ayna karşısındadır olağanüstü güzel kadın ve hep kendine bakar. Abdülhak Şinasi’yi sanki unutmuştur. Sular koyulaşır, kızıllık gitgide silinir. Aynanın yansıttıklarına da bir solmuşluk eklenir. Güzelliği zenginleştiren her şeyden, bütün süslerden arınmak isteyen Şair Nigâr Hanım, Abdülhak Şlnasi'de hayatın fâniliği konusunda yürek burkucu izler bırakır. Yeniyetme çocuk "ancak hayal ile" hissederken, kendi geleceğinin tektük mutluluklarına ve hep çoğalacak yoksunluklarına birdenbire, bir bilinç ışımasında bakakalır.

Artık aşka ve hayata adanmış güzellikler, yaprakdökümlerinde, sonbaharın çürüyen her şeyinde sönerek, yokluğa karışarak kaybolurlar. "Boğaz’ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor, akıyor, ademe (yokluk) doğru kayıyor ve ben onları tutamıyorum."

Sonra, ayna biraz daha gölgelere boğuldukça, süsler biraz daha bozuldukça, günbatımı biraz daha koyuldukça Nigâr Hanım adeta ölümcül bir güzellik edinir. Yalnızca beyaz elleri yaşamaktadır sanki. Beyaz eller, yorgun argın, yalnızca boş süsleri, geçen modaların bezeklerini, yapma çiçekleri, iğneleri, mücevherleri değil, bir yandan da belli bir çağı, seçkin bir muhiti, ölen duyguları, insan sıcaklığının uçuculuğunu, kısacası hayatı, hırpalaya hırpalaya bir köşeye bırakır. Hırpalayıştan tuhaf bir arzu hissedilir.

Abdülhak Şinasi bu müthiş aşk ve yalnızlık sahnesini yıllar sonra yazarken, daha o zaman, yeniyetmeliğinde, ayna önündeki Nigâr Hanım’a dalıp gitmişken kendi hayatının yoksunluklarını da sezdiğini düşünecektir.

"DİRİLMEMEK ÜZERE..."

Orada o an kendi hayatında bir tek yalnızlığın kalıcılığını sezinleyecek, umarları elinden alınmışçasına kalacak, imkânsız bir aşkla belki de ömür boyu yetinecektir. "Hatta, elbette Boğaz ve akşam bile, böyle ihtişam ile yaşadıkları bir gün, bütün güzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can verip geçeceklerdi."

Abdülhak Şinasi hiç evlenmez. Yakın dostları çılgınlık kertesindeki titizliğini, çiğ sebzelere, meyvelere, adeta düşmanlığını, geçimsizliğini, nihayet maddi bakımdan yoksunluklara düşüşünü, hatta bütün hayatının tek yakını sözcükleri unutuşunu, kendine özgü sentaksını usul usul kaybedişini dile getirmişlerdir. O, uzun zaman, yaşadığı ya da düşleminde yaşattığı Boğaziçi'ni eşsiz yazılarında anmış, Boğaziçili eski hanımefendileri tek tek hatırlamış, aşkın bazen de yalnızca gönülde kalacağını söylemiştir.

Bir zamanlar, daha çocukken, daha yeniyetmelik çağındayken Nigâr Hanım’ın bütün süslerden arınışına, güzelliği birdenbire çözüşüne derin bir yalnızlıkla tanık olmuş Boğaziçi Mehtapları yazarı yalnız aşktan kopmamış, sevginin başka türlerini de sanki o akşamüzeri öncesiz sonrasız yitirmiştir. Bir kitabının sayfaları arasında bize bugün de, bize hâlâ sesleniyor:

"Nice geceler ümitsiz ve şuursuz, sabahlara karşı sanki yüzer gibi blnbir zahmetle sürünerek açtığın sahralardı. Ölümü böyle binblr gece teneffüs ve kendi kendine tefsir etti. Seni karşısında yalnız bırakmak için her şey etrafından çekiliyordu."

"Dostların mı? Bilirsin, dostların senden şimdi ne kadar uzaktadırlar! Bu saatte nerededirler? Ne yaparlar ve onlann işlerinde senin yerin ne azdır! Onları çeken, sürükleyen danslar, aldanışlar, hesaplar ve ihtiraslar nedir? Bunları sen de bilirsin."

SELİM İLERİ
Milliyet Gazetesi, Dizi Yazılar, 2 Ağustos 1989

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI