MENSUR ŞİİRLER

"ÖYLE GÜZELSİN Kİ KUŞ KOYSUNLAR YOLUNA"

Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?

Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer…

Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
“Öyle güzelsin ki
kuş koysunlar yoluna”
bir çocuk demiş.

Kırmızı Kahverengi Defter, S. 60

Bu şiiri sesli izlemek için tıklayınız.





KİRPİNİN ÖCÜ

Şimdi ölü bir kirpiyim.

Yüzeyi dikenlerle kaplatan, dışa çekerken döndüren gözümü en derine sen oluyorsun. Bir kez yakmıştın beni, bir kumsalın ürkünç gecesinde. Eziyetçi tanıklığın, tutuşan dikenlerimin çığlığını gömmüştü küle. Kısık gözkapakların yeterince örtmüyordu parıltısını gözlerinin, az aralığından hazzını izliyordum yanadurarak. Duymuyordun denize ulaşmaya yalvardığını tinimin, öte kıyılara, tuttuğun ve yok ettiğin oluyordu, sen oluyordun. Sonsuz tiksintin her yalımın canavarlığına güç ekliyordu; benim yanarak özgürleşecek sınırlarıma ise meleksilik.

Önceleri, senin çektiklerinle, acılarımı yendiğime inanmıştım. Ah! Sonra, yanılgının anlaşılmasıyla, özkıyım dilendi bir şenlik yerine. Teslim oldum yalnızca göğün ve suyun her zaman varolacağını bilmeye. İşkencen tüketilen otlarla, çam pürçükleriyle artarak muştuluyordu yaklaşan özgürlüğü. Arzuyla sunuyordum o zaman, ateşten başka hiçbir şeyin ulaşamadığı derimi. Zorba bir tansıktı bu; nasıl da açığa çıkışı karşıtlığın! Açgözlü dokunmayı yakarak silmeyi seçiyordum, sense onu hep baştan yazmayı. Sevgilerin yetişemeyeceği gerçeği serinletiyordu yanan bedenimi, seninse yanına varamadığın acın katlanıyordu, bahsedemediğin zevkine koşut!

Zaman; tavuğun boynunun her devimiyle uçuşturduğu anlar, denize kaydı senin yönetken ellerinden ve benim sıfır dokumdan. Eril-dişi suyun kardeşi olduğuma diretirken ben, tenin adsız olduğuna; hiçliği kusan uzaklıklar yazgımdı ve öğrettiler hoşnutluğu, yaşamdan sıyrılarak gizleri. Büzüldükçe içkinlik kabuğumda, aşıyordum kötücül yakınlıkların niyetlerini, dolaylı elde edişleri, süreye yayılmış saklı yol izlemeleri, sayrı tarihine tutsak hınzır önerilerini.

Ölü bir kirpi oluyordum, dikenleri yıldızlar ve yalnızlıkla kıvrılan. Soyumun küskünlüğünü hazırlıyordum, bir kez daha oralarda gezinmeyecek olan kardeşlerimin iyicil adımlarını, daha şimdiden saptırıyordum. Sen de ölüyordun ön-bilisinde, ağlatıyla giyinecek sonuçları.

Şimdi ölü bir kirpiyim.

Sen, ölü bir insan.

Eylül, 1981

(Metinler)



SIRÇA SIĞINAK

Her zaman onu anlatır ozan. Sonradan en karanlık yüzlerimizle, arı suçlarla bir yere döneceğimizi, bıkmadan erinçle.

Korkarız ortak sayılmaktan bir an'a, herkesin unutmaya yaşadığı, ayırdında olmadan içinden geçtiği sonsuz gün sırçası bakışından, korkarız! Bir ortaklık, cama ulaşabilir yoldan ilerler, ak açelyaları, kardelenleriyle saydam kalabilen yaşama. Fazladan gözleri gereksiniyor örtülü ser; camı görebilmek!

Biz görmüştük, sen ve ben, bu örtük yoldan sızan doğrudan ışığı, ötesindeki geçirgen kum yığınında mutlu eşlenmeyi... En taşkın çocuksuluklar ve bilge ağırbaşlılıkları bekler onun ardındaki parlaklık. Bilmiştik, oluşumundaki inceliğin her zaman gerçek sayılamayacağını. Direniyorduk yine de sabrın cömertliğiyle, göz bağlayanları elekten süzebilmek için sonunda...

Kabullendi sırça konutu soylu sevincin bizleri de. Erdem sığınağının kanatları altında, sen ve ben çocuklarıyız açelyaların, kardelenlerin.

Ah! Bilinmez kaçıncılarız?

Eylül, 1981

(Metinler)



ZAMAN, YER, SONRA

Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan sözediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor.

Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzumuza biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler. Örümcek ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. Yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri, dudakların uyarısıyla sonu ertelenen aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte dünyanın gerçek konutlarında...

Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdi'yi saklayan güzellik! Hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla. Arınalım, arınalım artık yozluklarından, şu densiz yeryüzünün kalık çirkefinden;

Sevgi yazısıyla!

Ekim, 1981

(Metinler)



...

Burada daha ne kadar öleceğim?

Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde?

Ben size alışamam. Tehdit: koltuğunuzun bedeninizle dolmaması. Tehdit: bir merdivenin uygunsuz konumu, gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün yok oluşu. Ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada. Öylesine yoksulluk, bir sevi düşünün bu kadar yayılması günlere, hiç karşılıksız...

Ağlıyorduk. Ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle düşünüyordum size dokunurken. Siz bu ıslaklığı tanıyordunuz, düşümde böyle düşünüyordunuz. Nasıl biliyorduk, nasıl? Her ışıltı anının acı yükünü, ülkemizin sonsuzca yumuşayarak kuraklıktan kurtulduğunu; bu gözyaşlarının susulmuş her çığlık, beklenmiş her sevinç için bu kadar akıcı, saran ve parlak...

WET: SORROW

Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor. Bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla.

Onu sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak, tanımlanabilir gün ve gecelere maledilemeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay, saygısını bulsun içkin dünyasında belirsiz Ben'in.

Yaslı yüreğimin utangaç itirafı: “SİZİ SEVMEKTE ÖLÜYORUM”

Mart, 1982

(Metinler)



BANA DOĞRU GELEN KİM?

YA DA

ŞİMDİKİ ZAMANDA BİR MOBİL,

BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS

Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yok edilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş. Her an, hoşgeldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan duyargalarımla. Sarkıyorum tavandan (bir tavan varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini bilmeme karşın - lal rengi, çivit mavisi ve sarı - ve onların yan anlamlarını - tutku, dinginlik ve ölüm - kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi - bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol.

Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene karşı! Bir iskeletler zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye ve devindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak. Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz bir porte olmayı yeğlerdim, oysa. İşte şuracıkta, özlüyorum sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam, nereye dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra...

Şimdilik hava akımının istencine boyun eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın, sürüyorum dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü ezip geçinceye ve "Bana doğru giden kim?" in yatay bilgisine ulaşıncaya dek!

16 Haziran, 1986

(Metinler)



CANIM SIKINTI SINIRI

Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. Öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum. Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor.

Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere göğe zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrının yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını. Kefe'lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler yığılıyor, işte yetkin eşitlik... her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. Bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgür- leşeceğim.

Bu şiiri sesli izlemek için tıklayınız.


NİLGÜN MARMARA

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI