İnsanların gerek teker teker, gerek cemiyet halinde ve gerek hükümet halinde iken birbirleriyle münasebetleri hakkında, görüşlerimle anlayışlarımın neticesi Ziya Paşa’nın şu beyti ile ifade edilebilir:
Galip zebûnu kaidedir eylemek telef
Derde bahirde, havada câri bu gir-ü zar (*)
Tarih bu mücadeleleri anlatıyor. Hayatımda da bu sahneleri bol bol görmüş bulunuyorum. Herkes kendi hükmünü, zekâsının keskinliği nisbetinde yürütüyor.
Bütün hayat hareketlerini temsil ve tasvir eden şu çocuk masalıdır:
Karga, peynir ve tilki. Ne mutlu o insanlara ki, Lâ Fonten’i okumuş olsunlar. Çünkü bu faka Lâ Fonte’nin kargasından başka herkes basar.
Vaktiyle, musiki âleminde adı geçer, işinin ehli, kazanmasını bilir bir dostum vardı. Bir gün Sirkeci’deki dükkânındaydım. Tezgahtarına şunları söylüyordu:
"Bak efendi! Senin haline göre 34 odalı bir evin, etrafında da 5-10 dönüm tarlan olsa. Evin geçimine yardımı olur, diye tavuk beslesen. Tavuklara yem olarak farz edelim ki, mısır veriyorsun. Ambardan teneke kutuya mısırları doldurur da tavukların üstüne öyle mi serpersin, yoksa meselâ, 1116 mısırdan 57 tavuğa kaç tane isabet eder, diye sayar da mı verirsin? Tabii gelişi güzel serpersin! Bu takdirde tavuklar müsavi sayıda mısır yemiş olurlar mı? İçlerinden biri 55 tane. Kıyı da kalan biri de 3 tane yer. O da diğer tavukların sayısız gaga vuruşlarına maruz kalmak şartıyla.
İşte Cenabı Allah da kerem ve ihsanını dünyaya öyle serpmiştir. İşini bilen 55 tane mısır yiyen tavuk gibidir. İşini bilmeyen, dolabını çeviremeyen avanaklar da 3 tane mısırla kalan tavuk gibidir. Bunlar bedbahtlıklarından yanık yanık şikâyet ederler.
Onun için sen şuna da dikkat et! Biz bu tavukların önüne mısır yerine canlı tesbih böcekleri atsak tavuklar, tesbih böceklerinin büyük, küçük, canlı, cansız olduğuna veya diğer hususiyetlerine bakmadan ve düşünmeden yerlerse, sen de önüne geleni yutmaya çalış. Çünkü zengin olmak için yol budur. Böylece biriktirir, sonra da biriktirdiğinin safasını sürersin."
Dostum servet ve başarı kazanmanın yolunu kendi görüşüne göre bana izah etmişti.
"Bu sırada ben de eski bir hikayeyi hatırladım. Müsaade ederseniz anlatayım, dedim.
Hikâye şudur:
Ticaret, komisyonculuk, müteahhitlik gibi işler yapan bir adam, yıllardan beri kazanamadığı serveti ansızın kazanıvermiş. Sıra şimdi, arzularının yerine gelmesinde. Şehir civarındaki tepelerden birinin tatlı iniş yapan yüzünü satın almış ve orada büyük bir köşk yaptırmak için hazırlığa geçmiş. Birinci sınıf mimarları çağırarak hayalindeki köşkün teferruatını anlatmış ve bir an önce bitirilmesini emretmiş.
Pek kısa bir zaman sonra biten köşküne yerleşmiş. Bir gün bey kuşluk vakti yaseminli kameriyede fağfuri fincanla kahvesini içiyormuş. Aynı zamanda kumar ve türlü gece eğlencelerine de başlayan bey, sabaha karşı yatıyor ve kuşluk vakti kalkıyormuş. Bey, bir taraftan kahvesini içerken, bir taraftan da, hayalimizde kalan İskeçe tütününden yapılmış sigarasını yasemin ağızlığıyla tüttürüyor ve çektiği zahmetlerle şimdiki safa arasındaki mesafeyi ölçüyormuş.
Köşkün önünden geçen çayın kenarında umumi bir yol varmış. Bu yolu takiben çayı geçmek yarım saatte kabil oluyormuş. Bey yolculara kolaylık olmak üzere çaya bir de köprü yaptırmış ve yol oldukça kısalmış.
Temmuz ortaları. Durgun, bunaltıcı ve boğucu bir sıcak var. Uzaktan, başında keçe külah, sırtında yıpranmış aba, ayağında çarık olan bir ihtiyar belirmiş. Derviş olduğu anlaşılan ihtiyarı bey gözüyle takibe başlamış. Derviş sezilir bir memnuniyetle köprüyü geçmeğe teşebbüs etmiş. İhtiyar, beyin kendini gördüğünün farkında.
Üçüncü adımda, sara nöbeti geçirir gibi titremiş, hemen geri dönmüş, soyunmuş, çamaşırlarını bohçalayıp başına koyduktan sonra çayı yüze yüze geçmiş. Beyi merak almış. Bu ne muammadır? Yaseminli kameriyenin hususi uşağını derhal çağırmış. Dervişi getirmesini emretmiş ve getirilmiş. Bey dervişe demiş ki:
"Köprüden geçmemenizin sebebini öğrenmek istiyorum."
Derviş şu cevabı vermiş:
"Ben her sene bu yoldan geçerim. Bu seneye kadar, ne köşk, ne bahçe ne de köprü vardı. Köşkünüzün yaldızları bir saatlik mesafeden gözleri kamaştırıyor. Düşünüyorum. Bu servet nasıl kazanıldı? Nice mazlumların hakkı yendi? Nice saçı bitmedik yetimlerin, dul anaların gözyaşıyla yoğruldu. Köprüden geçerken görünmeyen bir el göğsüme dayandı. Kafam allak bullak oldu. İşte bu yüzden geri döndüm ve çayı yüzerek geçtim."
Bey, bir sığara uzatmış. Derviş:
"Eyvallah, kabul!"
"Kahvaltı yapmaz mısın?", demiş.
"Eyvallah kabul." Derhal iki kulplu gümüş tepsi dervişin önüne konmuş. Tereyağ, bal, türlü reçeller, çikolata, süt, kaymak, tavukgöğsü, su böreği vesaire.
Derviş destur, demiş koyulmuş. Tabaklara şafak attırmış. Geğirtilerle karışık bir de Allah’a şükrettikten sonra tepsinin başından kalkmış. Yemek üstüne bir de sigara ve kahve içtikten sonra beyin müsaadesini almak için yarım ayağa kalkar gibi olmuş. Ve bu hal üzerine dört beş günlük yolu olduğunu söylemiş.
Bey bu sırada, Lahor ceketinin sol iç cebinden çıkardığı altınları yolda lâzım olur diye dervişe vermiş. Derviş bunu da, eyvallah diyerek cebine indirmiş ve beyin yanından ayrılmış. Bu defa derviş, evvelce geçmediği köprüden elini kolunu salaya sallaya geçmiş. Derviş köprüden geçip 60-70 adım uzaklaşınca bey hiddetle bağırmış:
"Ulan derviş, dur." Tekrar, emir üzerine uşaklar dervişi yaka paça kameriyeye getirmişler. Bey açmış ağzını yummuş gözünü:
"Ulan alçak herif, utanmaz yobaz, riyakâr softa, namussuz derviş." Ve bunlara benzer müzeyyen kelimelerle donattıktan sonra:
"Köprüden geçmedin, yüzerek çayı geçtin. Sebep olarak da servetimde yetimlerin hakkı olduğunu gösterdin. Ama sigaraları, kahveyi içtin, tepsidekileri yedin, altınları aldın ve bir de evvelce geçmediğin köprüyü geçtin. Bunlar yetimlerin hakkı değil miydi? Nedir bu riyakârlık? Derhal cevap ver?"demiş.
Derviş sükûnetini hiç bozmadan cevap vermiş:
"Hakkın var beyefendi, hakkın var! Eğer ben o riya oltasını atmasaydım, bilmiş olunuz ki bu kazanç balığını tutamazdım."
Bey de zaten, kazanç balığını böyle tutmuştu. İşte, hayatta bu tempoya ayak uyduranlarla, uyduramayanlar göz önüne getirilirse "mesut" olanlarla bedbaht olanlar arasındaki farkın düğümü kendi kendine çözülür.
Şu insanlık tarih boyunca, oltacıların oltasına hem yem, hem de balık olmaktan kurtulamamıştır. Kimi bilgiyi, kimi siyaseti, kimi ticareti, kimi dini, kimi de hurafeleri olta olarak kullana gelmiştir. Medeni kılıklı nice dervişler, hayat ve emek mahsullerinin soygunculuğu ile geçinmişler ve hükümlerini yürütmüşlerdir. İnsanlık bunlara yem olmaktan kurtulabilecek midir?
(*) Güçlünün güçsüzü yok etmesi kuraldır. Yerde, havada ve denizde meydana gelen savaş budur.
NEYZEN TEVFİK KOLAYLI
Vatan, 27 Nisan 1951

ŞİİRLERİ