Nâzım Hikmet’in odası. Duvarlarda Abidin Dino’nun «Yürüyüş» tablosu, İstanbul’un renkli fotoğrafı, Avni’nin «Atlar»ı, Bulgar piyönerlerinin hediyesi: nakışlı, dokuma bir halı, halıda Nâzım’ın çok güzel, çok büyük, ve kendisine en çok benzeyen bir portresi.
Nâzım’ın masasında, Nâzım’ın yazı makinesinde, Nâzım’ın kitabı için bir Önsöz yazıyorum, Nâzım’ın bana hediye ettiği kalemle tashihler yapıyorum.
Nâzım, büyük Rus şairi Puşkin için şöyle yazdıydı: «Puşkin’i sinemada, tiyatroda seyrettim, Puşkin üstüne yazılmış kitaplar, biyografiler okudum ve her seferinde yüreğim ağzıma geldi, aman kendini öldürtecek diye ve her seferinde dehşetli bir keder duydum, Puşkin öldü diye.»
Nâzım’la 13 sene çok yakın arkadaşlık ettim, yazdığı şiirlerin hemen hepsini kendi dilinden dinledim, Moskova’da yazılan şiirlerin ilk okuyucusu oldum, 1951 in 29 Haziranında onu Moskova'nın «Vnukovo» uçak alanında karşıladım ve 1963 ün 3 Haziranında Moskova’nın «Novodeviçye» mezarlığında onunla vedalaştım.
Şimdi şu önsözü yazarken, o 13 sene gözümün önünde canlanıyor ve 3 Haziran 1963 e her yaklaşışımda yüreğim ağzıma geliyor: Aman Nâzım gidecek ve dehşetli bir keder duyuyorum - «Bu dünyadan Nâzım geçti». (Nâzım Hikmet’in çocukluk ve gençlik arkadaşı Vâlâ Nureddin, Nâzım için yazdığı kitaba şu güzel başlığı koymuştur: «Bu dünyadan Nâzım geçti»)
Nâzım Hikmet üstüne epey yazı çıktı, yine çıkacak. Onun sanatı üstüne eleştirmeler yayınlandı, yine yayınlanacak. Fakat bunların hepsinden çok daha önemli bir şey var: Nâzım’ın kendi diliyle kendi sanatını anlatışı.
Nâzım kendi sanatı üstüne konuşmasını sevmezdi. Kitapları için önsözü ona biz zorla yazdırırdık. Bir keresinde de tuttu şöyle bir önsöz yazdı:
«Çocukluğumda, imlâde çıkan yanlışlarımın doğrularını en aşağı yirmi beş kere yazdırtıp, beni cezaya çarparlardı. Şimdi, çarpıldığım en ağır ceza, basılı kitaplarıma önsöz yazmak. Kitap ortada, okuyucunun da aklına fikrine güveniyorum. Zaten güvenmesem, kitabımı okusun diye önüne sürmezdim. Öyleyse önsöze, hele benim yazacağım önsöze ne lüzum var? Ben sanatı şöyle anlarım, böyle anlarım, demekteki mânâ ne? Sanat görüşüm, bu görüşün nasıl geliştiği, ne gibi değişmeler geçirdiği, hele böyle bir Seçme Yazılar kitabımı okuyan için belli olmıyorsa ne yapsam faydasız. Benim önsözüm de, kitabı düzenliyenin son sözü de faydasız. Ama işte, bütün bu söylediklerime bakmaksızın, önsözü yine de yazıyorum. Dudaklarımı kemiriyorum, alnımı kırıştırıyorum, kalkıp kalkıp oturuyorum, ama yazıyorum. Neden? Niçin? Çünkü ne yapmak istemişim de, ne yapabilmişim; hasretim neymiş de, bunun ne kadarını gerçekleştirebilmişim, belli olsun istiyorum. Yani ben sanat görüşünü, ne yapmak istediğimi, hasretimi okuyucuya söyliyeceğim. O, bakacak, yaptıklarımı, yapabildiklerimi okuyacak, ölçecek. Ayrılık varsa görecek. Elbette var. Hasretimiz gerçekleştirebildiğimizden çok ilerde, çok büyük. Ayrılık var, ama aykırılık, zıtlık yok. Ben sanat görüşüme aykırı tek satır yazmadım, yazmamağa çalıştım».
Sonra bir kaç kere daha bu önsözlerden yazdı Nâzım. Fakat benim asıl istediğim şeyi - kendi sanatını anlatan yazıyı bir türlü yazmıyordu yahut yazmak istemiyordu. Hep aynı sebep, anlaşılan.
Birgün İtalyadan, Nâzım’ın eserlerini basan bir yayınevinden mektup geldi. Yayınevi sahibi Nâzım’ın bütün eserlerini, şimdiye kadar ne yazmışsa, kaç cilt olursa olsun, basmak niyetinde olduğunu yazıyor ve
Nâzım Hikmet ve Ekber Babayevdan sanat anlayışı üstüne bir de yazı istiyordu. Şunu da söyliyeyim ki, bu yayınevi, Nâzım’ın eserlerini en iyi basan bir yayıneviydi ve hattâ bir keresinde «Memleketimden insan Manzaraları» nın üçüncü kitabını bir sayfa Türkçe, bir sayfa İtalyanca olarak basmıştı. Nâzım’ın bu yayınevine saygısı büyüktü ve yapılan teklifi sevinçle kabul etti.
Eserleri toplamıya başladık, dönüşte Berlin’e, sonra, az sonra ... 3 Haziran 1963.
Tanganika’ya gitmeden biz şöyle kararlaştık: ben, Nâzım’ın başka zamanlarda yazdığı ve bende olan yazılarından bir «montaj» yapacam, Nâzım dönüşte onları gözden geçirecek, gereken yerlerini işleyecek ve yazıların arasında «köprüler» kuracak.
Ben «montaj»ı yaptım, Nâzım’a gösterdim, beğendi, «köprüler» den konuştuk, iki gün sonra bu köprüler kurulacaktı.
Aşağıdaki yazı işte o «montaj» dır. Maalesef, köprülersiz. Köprüleri ben kurmağa çalıştım: Nâzım’ın yapmak istediklerini hatırlayarak. İmlâ Nâzım’ın imlâsıdır, değiştirmedim.
«YAHYA KEMAL ANAMA SEVDALIYDI SANIRSAM»
Niçin şiir yazıyorum? Bunu başka türlü sormak daha doğru: Şiir yazmağa neden, nasıl başladım?
Hatırlamaya çalışayım.
13 yaşlarındaydım. İstanbuldaydık. Büyük babam şairdi, ama şiirlerini hâlâ anlamam. Dilini, Osmanlıca dediğimiz, yüzde yetmiş beşi arapça, farsça sözlerle ve arap, fars gramer kaydelerine uygun bir Türkçeyle yazardı. Bunlar didaktik, dogmatik, dini şiirlerdi. Anlamıyordum onları. Ama ben şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Lamartine bayılırdı. Fransızca okurdu. Bir kere, o zamanlar Lamartin Türkçeye çevrilmiş, bir kaç şiiri de Osmanlıcaydı, anam Fransızca çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi.
Büyük babam, mevlevi Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartine bayılırdı. Evimizde, babamın edebiyatla ilgisizliğine bakmaksızın, şiir baş köşedeydi.
Karşımızdaki evde yangın çıktı. Yangını ilk görüşüm. Şaştım, korktum. Büyük babam, yangın bize atlamasın diye pencereden Kuran’ı tuttu karşıdaki alevlere. Yangın söndü. Kuran gücüyle, hattâ etfaiye gücüyle de değil, ama yaktığı evi kül ederek söndü kendiliğinden ve ben bir saat
sonra ilk şiirimi yazdım. Yangın. Vezni, büyük babamın yüksek sesle okuduğu aruzla yazılmış şiirlerinden kulağımda kalan ses taklitleriyle yapılmıştı. Yani ne aruzdu, ne heceydi, serbest vezindense haberim yoktu, uydurmaydı. Dili de öyle, Osmanlıca taklidiydi. Konusuysa şu:
Yanıyor yanıyor
Müdhiş terakeler
Çekiyor ağuşuna bu advi beşer
Haneler, fakirler, yetimler...
Şimdi bunları yazarken bir şeyin farkına vardım. Büyük babamdan çok Edebiyatı Cedidenin, Fikret’in meselâ etkisindeymişim. Neden? Bilmiyorum. Belki de hiç şiir sevmiyen, ama Tevfik Fikret’i - o da bir çeşit Osmanlıcayla yazardı,- iki kere yüksek sesle yanımda okuyan babamın yüzünden mi? Belki de.
İkinci şiirimi 14 yaşımda yazdım sanırsam. Birinci Dünya Savaşı içindeydik. Dayım Çanakkalede şehit olmuştu. Dehşetle yurtseverdim. Savaş için bir şiir yazdım. Ne tuhaf, yazdığımı çok iyi biliyorum da, hattâ, artık Osmanlıcayla değil, okulda okuduğumuz şair Mehmet Emin’in takır tukur ama Arapçası, Farsçası az Türkçesiyle yazdığımı biliyorum da tek satırı aklımda değil.
Sonra üçüncü şiirimi 16 yaşımda galiba yazdım. Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anam. Bahriye mektebinde tarih öğretmenimdi şair. Kız kardeşimin kedisi üstüneydi yazdığım şey. Yahya Kemal’e gösterdim, kediyi de görmek istedi, ve şiirimde anlattığım kediyi gördüğü kediye o kadar benzetmedi ki, bana: sen bu pis uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsun, şair olacaksın, dedi.
17 yaşımda galiba ilk şiirim basıldı. Yani «Serviliklerde», yani mezarlıklarda ağlıyan hayatında sevmiş ölüler üstüneydi. Yahya Kemal düzeltmişti bir çok yerini.
Sonra kızlara tutuldum, şiir yazdım. Sonra Antant Istanbulu işgal etti, onlara karşı ve Anadolu savaşı"nı tutan şiirler yazdım. Vicdan nedir, namus nedir filân diye düşündüm, şiirler yazdım. Ama artık dilim temizceydi ve hece vezniyle ve doğru dürüst kafiyelerle yazmasını öğrenmiştim.
Anadoluya geçtim. Millet sıska atları, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük bir sarsıntı gerekti... (Ve o gün bugündür şiir yazmadan edemiyorum).
FÜTURlST RESİM, KONSTRÜKTİVlST Mİ?
Anadoluya, işgal altındaki İstanbuldan, geçişimde ve bilhassa Bolu’ya gelip halkla, hele köylüyle yakından temasımda ve Sovyet Rusya’da olup bitenleri kulaktan duyup, Marks’ın Lenin’in isimlerini filân da işitişimde, şiirle yeni şeylerin, şimdiyedek söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte ilkönce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi. Şekilde yenilikler daha kolaylıkla yapılır genel olarak, işe kafiyeden başladım. Kafiyeleri mısraların sonunda değil de bir sonda bir başta denedim. Misâl:
Yıldızlarla ufka sarkan beyaz, dümdüz bir gece
Saatlerce nasıl koşmak arzusunu verirse...
Bolu’dan Trabzon’a geldiğimde, Sovyet Rusya’ya geçmek maksadıyla, öz şekilden daha çok ilgilendiriyordu beni. Fakat bu özü, yani inkılâpçı saydığım bu özü, genel sembollerle vermeğe çalıştım. Misâl:
Mısırın yanık kızıl çöllerindeki ehram,
Bugün seni gönlünün diliyle söven adam
Belki yiğit yürekli, belki de bir delidir,
Fakat seni mutlaka yıkmağa yeminlidir...
Batum’a geldim. Sovyet realitesiyle temas ettim. Bir yandan Kızıl Ordu şiirini yazdım, öbür yandan tekrar şekil meseleleri beni uğraştırdı. On dört ve yedi hecelerle, «Mukaddes Kitab» ı yazdım. Böyle denemeler benden önce de yapılmıştı, fakat ben kendi şiirlerimde bunu ilkönce deniyordum.
«Pravda» gazetesinde, yahut «lzvestiya» da, şimdi hatırlamıyorum ve her halde Mayakovski’nin olacak bir şiirini gördüm, uzun kısa mısraların şekli beni çok ilgilendirdi. Fakat şiiri tercüme ettirip neden bahsettiğini anlamak mümkün olmadı.
Batum’dan Moskovaya gelişte açlık mıntakasından geçtik. Gördüklerim üzerimde çok tesir etti. Fakat böyle bir açlığın dahi inkılâbı yıkamıyacağını haykırmak istedim. Moskova’da hece vezniyle, ve bu veznin çeşitli hece kombinezonlarıyla açlığa dair bir şiir yazmak istedim olmadı. O zaman Batum’daki şiirin şekli geldi gözümün önüne. Bunun çok iyi tanıdığım Fransız serbest vezni olamıyacağına, her nedense kanaat getirdim. Bunun yepyeni bir şey olduğuna ve şairin böyle dalgalar halinde düşündüğüne hükmettim ve «Açların Gözbebekleri» ni yazdım:
Kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak
bir karın taşıyor
Kimi
deri... deri!
Yalnız
yaşıyor
gözleri!
Bu tarzda kafiyenin büyük bir rol oynadığını sanıyordum o zamanlar ve kafiyeye hâkim olmak için temrinler yapmağa başladım. Misâl:
Yağmur yağ,
yağ yağmur yağ
Ağları sağ
hey babalık.
Yine dere kurudu be
çıkmıyor balık...
Ayını zamanda şiirdeki ahengin de bir saz, hattâ tek bir keman değil, bir orkestra, çeşitli âletlerin çeşitli kombinezonlarla ses verdiği bir orkestra ahengi olması gerektiğine kanaat getirdim. «Yeni Sanat», «Bahri Hazer», «Salkım Söğüt» şiirleri teknik bakımından bu kanaatın denemeleri ve mahsulleridir. Bütün bu şekil oyunlannda esas yine hece vezninin, yani halk şiirimizin ve aruzun yani Divan Edebiyatımızın unsunlarını muhafaza ediyordu. Kafiye tertitiplerinde zorluk çekmiyordum, çünkü Divan Edebiyatı kafiye oyunlarının ve imkânlarının en mükemmellerini vermişti, geleneğimde bu taraf vardı. Bu devirdeki şiirleri bilhassa sahneden, yahut hep bir ağızdan okunmak için yazıyordum. Bunun da elbette şekilde tesiri oluyordu. Hep bir ağızdan okunmak için yazdığım ve bir yürüyüş marşı temposuyla işlediğim şiirlerden birine misâl:
Adım
adım
adımlar adım — ları
Kal — dırım, kal — dırım
kal — dırım — lar kal— dırım — ları...
Cadde
caddeler —
kalabalık.
Ka — la — ba — lık...
Bütün bu şekil araştırma, yeni öze en uygun şekil bulma araştırmalarında o devir Sovyet şiirinin bir yahut bir kaç kolunun tesiri ortadadır.
(Nâzım Hikmet’in «O devir» dediği 1920 seneleridir. O yıllarda Sovyet şiirinde, hakikaten, bir kaç kol vardı. Bunlardan en önemlisi, Mayakovski’nin önderlik ettiği «Fütürizm» ve içlerinde İlya Selvinski ve Eduard Bagritski gibi ünlü şairler bulunan «Konstruktivizm» şiir ekolları idi. O yıllarda, henüz Rus dilini bilmeyen Nâzım Hikmet’in dikkatini, bu ekollerin sanatta savundukları öz değil, şekil meseleleri çekiyordu. Mayakovski şiirinin şeklini beğenen ve o tarzda (şekil bakımından) şiirler yazmıya başlıyan Nâzım Hikmet, kendisinin de «Fütürist» olduğunu söyledi. Fakat birgün sokakta rasladığı Rusça bilen bir Türk Nâzım’a şöyle demiş:
— Yahu, sen deli misin? Kendine «Fütürist» diyorsun ama biliyor musun fütüristler şiirde lirizm’i inkâr ediyorlar?
— Ya, demiş Nâzım, öyleyse ben fütürist değilim. Peki lirizm’i inkâr etmiyen kimlerdir?
— Konstruktivistler.
— Öyleyse ben konstruktivistim!
Fakat Nâzım’ın «konstruktivistliği» de uzun sürmemiştir. Biraz sonra bir başkası fütüristlerin lirizm’i inkâr etmediklerini, lirizm’i inkâr edenlerin konstruktivistler olduğunu söylemiştir. Ve Nâzım yeniden «Fütürist» olmuştur.
«GRENADA, GRENADA, GRENADA MOYA!»
Nâzım Hikmet’in sonraki şiirlerinde fütürist ve konstruktivizm’in öz bakımından bazı etkileri görünmekle beraber (Örneğin: «Sanat Telâkkisi» şiirinde «Şiirime ilham veren perimin omuzlarında açılan kanat asma köprülerimin demir putrellerindendir), bu etki genel olarak şekildedir.
Buna, yani o devirdeki Sovyet şiirinin Nâzıma etkisine bir örnek daha: Yirminci yıllarda Moskova’da ağızdan ağıza dolaşan bir şiir vardı, Mihayil Svetlof’un «Grenada» şiiri, Grenada İspanya’da bir kasabadır. Şiirin kahramanı «Grenada, Grenada, Grenada moya!» (Benim Grenada’m) diye bir türkü söylüyor ve birden bire alnından bir kurşun yiyince, Grenada kelimesini sonuna kadar söyliyemeyip, «Grena..» diye ölüyor. Şiirdeki sözleri anlamıyan Nâzım Hikmet, şiirde kelimeyi yarıda bırakma oyununu o zamanlar yazdığı« Salkım Söğüt» ve «Bahri Hazer» şiirlerinde kullanıyor:
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat...
Atları rüzgâr.
Atları...
At...
(Salkım Söğüt)
Çıkıyor kayık
iniyor kayık
Çıkıyor ka...
iniyor ka...
Çık...
in...
Çık...
(Bahri Hazer)
Çok sonra, I952 de, bu şiirlerden söz açıldığı zaman Nâzım şöyle demişti:
— Svetlof’un şiirinden patlamamış fakat bir an sonra patlayacak bir elbombası, benim şiirlerimde ise batmamış fakat bir an sonra batacak bir kayık ve düşecek bir at var.
— Ne söylüyorsunuz? Ne elbombası, üstat, dedim
— Granata elbombası değil mi?
— Evet, elbombasıdır ama şiirde «Granata» değil «Grenada» dır, yani İspanya’da bir kasabadır.
— Yok canım! Hay allah kahretsin, öyle anlamışım ne yapayım, şiiri artık yazmışız...
Bu örnek te, Nâzım Hikmet’te Sovyet şiirinin etkisinin önce şekilde olduğunu gösteriyor. O devirdeki Sovyet şiirinin etkisini her şeyden önce o devrin şiirini yaratan havada, ihtilâlin doğurduğu heyecanda aramak gerekir. Mayakovski’lere, Bagritski’lere, Svetlof’lara şiir yazdırtan ihtilâl, iç - harp, NEP havası Nâzım’a da o heyecanlı şiirleri yazdırmıştır. O zamanın Sovyet şiirindeki muhteva, hem Sovyet şairlerinde, hem Nâzım Hikmet’te müşterektir. Daima yeni bir öze yeni bir şekil arayan Nâzım Hikmet, Sovyet şairlerinin bulduğu bazı şekillerden faydalanmıştır. Sovyet edebiyatının Nâzım Hikmet şiirine etkisi konusunu ele alırken bu noktaları göz önünde bulundurmak faydalı olur kanaatindeyim.
Not: Nâzım ile Moskovada 13 yıl çok yakın arkadaşlık yapan Ekber Babayev, Şarkiyat Enstitüsünde Türk Edebiyatı uzmanıdır. Babayev, Nâzım'ın ömrünün sonlarına doğru, bazılarını kendi eliyle yazdığı, bazılarını ona dikte ettiği sanatı ile ilgili görüşleri toplamıştır. Böylece Türk Edebiyat Tarihçileri için önemli bir vesika ortaya çıkmıştır.
DERLEYEN: EKBER BABAYEV
Taha Toros Arşivi, 001506047006

ŞİİRLERİ