Nâzım Hikmet’in sanatını: “Şair zamanının geçici endişelerine bağlanmamak, bir ideologianın yayıcısı olmamalı, insanda ebedî olan şeyi aramalı” diye tenkit edenlere, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı öyle sanıyorum ki, susturucu bir cevap olabilir.
Bu kitaptaki parçaların hepsi de zamanımızın bir fikir cereyanına tâbi olmakla beraber, yine insanın ebedî bir hissini, tarihin her devrinde rasgelinen bir kaygusunu aksettiriyor; bir parça olsun insaf göstermek şartıyla, bunu inkâr etmek kâbil değildir. Harap olmuş insanları, yoksullaşmış bir memleketi, bir fikir uğrunda çarpışanları, ihanete uğrayanların elemini tasvir etmek; hak bildikleri bir yolda başlarını vermiş olanlar için ağlamak, insanın “ebedî” hislerinden doğmaz mı?
Destanı okuyun, göreceksiniz ki, o manzumelerdeki hisleri sizin kendi hisleriniz saymanız için İçtimaî veya siyasî itikatlarına iştirak etmeniz hiç de zaruri değildir. Hatta daha ileri gideceğim, Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kâbildir. “Şairin insanda ebedî olan şeyi araması lâzımdır” demek, “Şair, her devir insanlarının tarafından kabul edecekleri, kendi hislerine, hakikatlerine göre tefsir edebilecekleri mythe’ler yaratmaya çalışmalıdır” demektir. Şeyh Bedreddin’in Nâzım Hikmet’in kitabındaki çehresi ile, böyle bir mythe olduğu söylenebilir.
O destandaki manzumeler güzel midir? Herhangi bir eserin güzel olup olmadığını anlamak için elimizde heyecanımızdan başka bir ölçü yoktur. Ben, Şeyh Bedreddin Destanı’ndaki manzumeleri heyecandan sarsılarak okudum. Demek ki onlar benim için güzeldir. Bir insan için güzel olanın, daha birçok insanlar için de güzel olması pek muhtemeldir.
Şu var ki, şiir gözden ziyade kulak içindir. Mısraları sade gözle takip etmemiz, mânâlarını anlamanız için kâfi değildir. Kitapta kalan bir mısra hareketsiz, cansız, mânâsız bir şeydir (Böyle olmayanları da vardır; fakat onlara şiir diyemiyoruz). Şiirin -kelimeyi hemen hemen musikideki mânâsı verilerek- “okunma”sı lâzımdır. Bir manzume, bilhassa bir bestedir; mânâsı, yani güfte, o besteyi bulmamıza yardım eden bir vasıtadan başka bir şey değildir. Nâzım Hikmet’in şiirini o mânâda “okumak” ise, itiraf edelim ki pek kolay değildir. Çünkü klâsik nazım kalıplarını kullanmadığı için her manzumede ahengi aramaya mecburuz (Fakat bu zaruret, klâsik nazım kalıpları ile yazılmış, yani aruz veya hece vezinlerine uygun manzumelerde de vardır; ancak onlarda bir de veznin ittiradı vardır ki, biz ekseriya “beste” diye bununla iktifa ederiz). Nâzım Hikmet’in şiiri için: “Bu nazım değil, nesir!” diyenler var. Hayır; nesir ile nazım arasındaki başlıca fark, birincisinin “okunamamasıdır”. Halbuki Nâzım Hikmet’in şiiri muhakkak “okunulmak” ister. Bunun için onu sevseniz de, sevmeseniz de nazım olduğunu, hiç olmazsa nesir olmadığını kabul etmeniz lâzım gelir.
Şeyh Bedreddin Destanı’nı okuyun, bestesini keşfe çalışın. Bulursanız emeğinize acımazsınız; çünkü bulacağınız ahenk, gerçekten asil bir ahenktir (Şiirin bestesi bittabi musiki değildir. “Şiir okurken kulağımıza bir keman, bir tanbur veya bir piyano sesi gelir” gibi sözlerin mânâsı yoktu. Fakat bu ayrı ve uzun bir meseledir).
Emeksiz bulduğunuz bestelerin güzelliğine de pek inanmayın; onlar zaten bildiğiniz şeylerdir. Her yenilik, yazan gibi okuyandan da -belki yazandan ziyade okuyandan- bir gayret ister.
NURULLAH ATAÇ
Milliyet Sanat Dergisi, 15 Ocak 1992
ŞİİRLERİ