MEHMET BAŞARAN

Türk Havayolları'nın İsveç'e gidecek DC-10 uçağı Yeşilköy alanında hazır. Görevliler pasaportları, biletleri denetledi. Bavulları, valizleri ince ince yokladılar. Çantaları röntgene tuttular. Kadın erkek yolcuların kol altları, apışları arandı. Birinden birinde, yurttan önemli bir giz ya da yapıt, ya da uçağı kaçırmaya yönelik silah olabilirdi. Son yıllarda bu tür olaylar arttığı için, akıllı-saçma, her önlemi alıyorlardı.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra sendikacılar, işçiler, öğretmenler, gençler çok sayıda tutuklanmaya başlayınca, sıranın kendisine geleceğini düşünenler ne yapıp edip dışarı çıkıyordu. İçlerinde hiçbir kovuşturma geçirmeyen, geçirmeyecek olanlar vardı. Ülke, ortasına kocaman göktaşı düşmüş gibi darmadağın oldu..

Zorun zoru, dışarı çıkmak için pasaport almaktı. Kolay kolay vermiyorlardı. Gene de bir yolunu bulup alabilen alıyordu. Ressam olan Filiz'in küçüğü Deniz aranma korkusuna kapılmıştı. Öğrenimi bitmemişti daha. Kuruntu da değildi. Sevdiği arkadaşlarının çoğunu aldıklarına göre, sıra kendisine de gelecekti. Bu yüzden kalkıp İsveç'e gitti. Orada babasının arkadaşları vardı. Hasan Özkan, ta Kepirtepe'den Saz Hasan, vefalı can Hasan vardı! Sonra Tuncergil, Gülserengil; Deniz'i bir yere yerleştirmeye çalıştılar. Ama hemen olmadı. Tuncergil eve aldı.

Ayrılıkların ne zor olduğunu yaşayan bilir. Başaran dişini iyi kötü sıkıyor, kendini tutuyordu, ama Hatun akşamı etse sabahı edemiyordu. Öğretmenlikten emekli olmuştu, eli boşluğun etkisi bindiriyordu.

O tür emeklilere yeşil pasaport veriliyor. Daha önceki başvurularında Başaran'ın dili iyice yandı, bu kez başvurmadı. Gerekli formu korka korka sadece Hatun için doldurdular. Ankara'da Ekmekçi'nin yardımı oldu. Birkaç hafta içinde verildi Hatun'unki. Alır almaz uçtu.

Demek uçabiliyordu insan; adamın adamı olunca pasaport veriliyordu! Deniz, Tuncergil'le birlikte Stockholm'ün Arlanda alanında karşıladı anacığını. Başaran kaldı Küçükyalı'daki ıssız evde. Filiz evliydi, ayrı oturuyordu. Yaşadığı acıların en zorunun ayrılık acısı olduğunu sandı. Zor şer iki haftayı geçirdi, yüreğinin ortası yarıldı. Gene de dayanırdı, kırk yıldır nelere dayanmıştı.

Ekmekçi telefon etti. Gözleri çıtlık, sesi de biraz çıngıraklı: "Duydum, durumun kötüymüş! Gereken yerlerle konuştum; başvurunu yap, sana da alalım! Git kızının yanına! Biraz gezer tozarsın, arkadaşları görürsün. Hiç çıkmadın daha..."

Önceki başvuruları olumsuz sonuçlandığı için umudu yoktu. Ekmekçi bir kez daha telefon edince karamsarlığı azaldı. Ne olsa büyük bir gazetenin başkent bürosunda çalışıyor. Sivil yönetimin ileri gelenlerinden olduğu kadar askerlerden de tanıdığı var. Açıp telefonu gerçeği anlatır.

Başaran'ın beklediği asla kayırma değildi. Kırk yıldır sürüp gelen haksızlık kaldırılsın, ayaklarındaki zincir çözülsün, yeter. Kimler gitmişti, gidiyordu. Zaten bol bolamat para yoktu. Karı koca çalıştıkları halde olmadı hiçbir zaman bol... Pasaportu alsa iki kez ya çıkar, ya çıkmazdı. Üstüne böyle aşağılayıcı yasaklar konulması, değirmen taşlarından ağır dağlar yığılması toplum içinde eziyordu onu. Kaç kez, kaç kez izlenmiş, gözlenmiş, kaç kez evi aranmış, kaç kez kitapları kâğıtları, notları götürülmüş; gene de hiçbir suç kanıtı bulunmamıştı. Öyleyken, önyargı denilen zıkkımın etkileri sürüyordu. Şairdi ya; daha Hasanoğlan'da öğrenci iken Aç Harmanı'nı, Cümlenin Yari'ni, Ahlat Ağacı'nı, Azap Ali'nin Dileği'ni, Erken Öten Horoz'u, Çarıkların Sıktığı Saatler'i, Taş Altındaki Kurbağa'yı yazmıştı ya:

Daha sulu bir dünya için
Ovayı doldurur sesleri

Şu taşın altında yaşar
Masallardan tanıdığım biri
Alınyazısı sanır
Başına gelenleri

Yukarıdaki kurbağa
Düşünmemiş hiç onu
Baksan gözlerin acır
Bir kemik, bir deri
Dünya ne garip
Gene de diri

Irak maviliklerden
Gün ışığına hasret
Bilinmez ne düşünür ne kurar

Susar bizler gibi
Bir taş altında
Kurbağanın fakiri

Ne sonuç verecekti bakalım yeni girişimi? Başvuruyu Emniyet'e vereli hafta geçti. Aldılar harcını hurcunu. Yirmi dört saatte oluyordu olanınki. "Siz gidin, biz haber veririz...." Üst üste kaç yirmi dört saat geçti. Tiss yok günlerdir. Ekmekçi üç güne bir telefon ediyor: "Ne oldu, daha vermediler mi?" Nereden torpil gelirse gelsin, yılların büyük inadıyla dayanıyordu yukarısı.

Sonunda inanılmaz haberi verdi bozkır güzeli! Sesi gene öyle çıngıraklı:

"Yarın git! Pasaport seni bekliyor!"

Kendisine kötü bir şaka yapıldığını düşünebilirdi, ama Ekmekçi o insan değil. Gitti ertesi gün. Beton merdivenleri eli ayağı titreyerek çıktı. Görevli kızlardan biri "Bir dakika bekleyin efendim..." dedi. Hem de nasıl kibar. Gözlerinde al fel yok hiç... Dosyayı göğsüne kapayıp geldi. Bir kâğıt koydu önüne. Üstü ay yıldızlı, siyah kapaklı pasaportun da ucu göründü.

"Şurayı imzalayın efendim..."

Son derece saygılı hem de. Evinin üstüne konuk varılmış, babasının arkadaşı İstanbul'a gelirken memleketten sepet getirmiş gibi saygılıydı sesi. Asla kötü bir şaka olamazdı... İmzayı attı. Kız uzattı pasaportu. Alıp teşekkür etti. Müthiş, bambaşka bir duyguydu. Bir türlü ayrılıp gidemiyordu. "Ay kııız!" diye düşündü. Bir de güzeldi; üç çocuk anasıydı belki, eşi bankada memurdu. Filiz gibi içli birine benziyordu.

İndi merdivenleri. Pasaport cebinde. Caddeyi geçip dolmuşa bindi. Kimse bilmiyor cebinde pasaport var. Karaköy'e geldi. Vapura bindi. Bilmiyor kimse nasıl çalkanıyor içi. Vapur yürüdü. Ondan sonra çıkarıp baktı, bakabildi. İki dilde: "Dünyanın bütün ülkelerine..." yazıyor.

He-heey gidi! Belki budur mutluluk! Gerçekten eşeğini yitirtip yeniden bulduruyor köylü kısmına zamane Tanrısı!

Eşin dostun yaşıyor bak bahçelerde
Sen çıplak bir doruğun üzerindesin
Tam rüzgârın engini sandığı yerde

Durmuşsun kırların bir ucuna
Ah senin halin köylü hali
Yaşarsın kıraç topraklarda

Ahlat ağacını böyle yazmıştı. Kırk yıldan fazla geçti, yurdun orasında burasında çalışmalar dolaşmalar bitti, artık İstanbul'da yaşıyordu. Ama çıkmış miydi köylülükten? Sadece, yıllardır yenen haklarının bir bölümü geri veriliyordu. Fazladan kazanımı yoktu.

Bir uçma duygusu doldurdu içini. O duyguyla göğsünü şişirdi. Kollarını da kaldırdı hafiften. İki yanına, hem de daracık pencerelerine baktı vapurun. İnsanlar başlarını eğmiş, birbirine sokulmuş. İlhami Bekir Tez şiir okumuyor, kitaplarını satmaya çalışmıyor bugün. Ucuz düğme, kalem, küpe, traş bıçağı satan genç adamlara da bakmıyor.

Küçükyalı, Değirmenyolu, Kumrular Sokak'taki eve geldi. Tıpkı Hatun gibi, anlaşılmaz bir ivmecenin içine düştü. Yatıp uyumayı düşünmeden bavulu hazırladı. Zırrr, telefon o sırada. "Ne oldu oğlum, hâlâ alamadın mı?" Ekmekçi soruyor.

"Aldım... bu... kez..."

"Nasıl, neye benziyor?"

"Siyahın ortasında bambaşka duruyor ay yıldız..."

"Çok güzel değil mi?"

"Çok... güzel..."

Kapattılar telefonu; Stockholm'ü aradı. Muştu verdi. Bir istekleri olup olmadığını sordu. Mutluluk değil de neydi gerçekten? Otuz yıldır verilmeyen pasaportu elinde tutabiliyor. Bir anda Stockholm'le konuşabiliyor. "Bunun şiirini hiç yazmadım daha!" diye düşündü.

Ertesi sabah THY'nin Şişhane bürosuna gidip bilet aldı. Eşe dosta yaymadı uzun boylu. Filizgil'e söyledi bir, bir de Vedat Bey'e... Sonra ver elini Yeşilköy!.. Sabırla oradan oraya geçip işlemlerini yaptırdı. Bütün denetimler bitti. Yürüdü uçağa. Gür bıyıklarını bastırıp duruyordu sağındaki işçi. Onun sağındaki, başını cama uzatıyordu, anlamak istiyordu ne zaman kalkacak şu alâmet? İlle de cam dibine oturmak istiyordu Kulu köylüsü. Ama insaf! İşte ilk kez biniyor, cam dibi Başaran'ın. "Lütfen inatlaşma kardeşim!" Bakmak istiyor acep nasıl görünür Avrupa'nın ovaları, nasıl görünür Viyana alnını dayadığı camdan?

"Bu alâmet var ya, ta Kopenhag'a gadar gider sallana sallana! Oraya bir konuş yapar. Yolcularını indirir bindirir, gene uçar. Mesleğiniz öğretmenlik demiştiniz değil mi? Üç buçuk, bilemedin dört saat sonra Stockholm'ün Arlanda alanına ineriz Sayın Hocam! Ama kalksa artık; neden kalkmıyor? Yoksam bir aksilik mi var?"

Birden, "Dikkat! Dikkat!" Bir söylem başladı. "Stockholm yolcularımızdan Bay Mehmet..." Nee? Derisinin üstünden küçük bir kertenkele yavrusu yürüdü; ya da oyuna getirip akım verdi bir kavat!.. Kulaklarına uğultu doldu.

"Bay Mehmet Başaran'ın Alan Komiserliği'ne başvurması bekleniyor! Dikkat dikkat!" Saçlarının dibine iğne batırıp çıkarıyorlar. Ufaktan ufaktan sızıyor kanı.

Biletin, pasaportun, parasının içinde olduğu küçük çantayı alıp fırladı. Aynı sırada oturduğu işçilere güle güle demedi, çünkü dönüp gelecekti. İki sivil, ta uçağın dibine gelmişti. Yok yok, polis olamazlar. Alan görevlileridir mutlaka...

"Siz misiniz Bay Mehmet Başaran?"

"Evet; ne var?"

"Alan Komiserliği'ne kadar gideceğiz..."

Gittiler; gidiş o gidiş.

O gün Stockholm uçağına dönmedi, işçi dolu uçağa binmedi. DC-10 onsuz havalandı. Küçük bavulu da gitti sahipsiz...



Türkiye'nin çileli şairlerinden Mehmet Başaran, 1927 yılında Trakya'nın Ceylanköy'ünde doğdu. Az topraklı, beş çocuklu bir ailenin çocuğu... Ağabeyi kardeşleri vardı. Savaşın içi, büyük yoksunluk yıllarıydı. Tek yolu, okuyup bir baltaya sap olmaktı. Ama nasıl? Köyünde üçe kadar olanak var. İlkokulu Uzunköprü'de mübaşir Fadıl'ın yanında tamamladı. Sonra başını vurmadığı küçük büyük taş koymadı. Bunu anlamak için "Çarığımı Yitirdiğim Tarla"daki "Yolun Başı" öyküsünü okumak gerekir.

Babası, köyün kulağındaki tarlayı malgöz Şükrü'ye 30 liraya verdi. Kırklareli valisi hava çıktı. Edirne'nin yolunu tuttular. Trakya Genel Valisi Kâzım Dirik Paşa da onlara yardımcı olamadı. En sonunda babası 15 lira yedirip yeni açılan köy öğretmen okuluna, caymış birinin yerine yazdırmayı başardı. Bu okul yoktu daha önce. Ceylanköylü Mehmet gibiler okusun diye son anda gökten inmiş gibiydi.

Karaağaç'ta başladı, Lüleburgaz, Kepirtepe, hatta bir ara Hasanoğlan dolaştı; çünkü savaşın top sesleri sınırlara kadar gelmişti. Istranca Dağlarının gölgesinde oradan oraya göçerek köy öğretmeni olmaya çalışıyordu.

İlkokulda köyünün öğretmeni yedi sayfa yazıp vermişti eline, baştan aşağı ezberleyip köy alanında bayram söylevi olarak yanlışsız okumuştu. Bütün yoksul çocukları gibi çabalı, düşünceliydi. Sonra köy enstitüsüne dönüşen okulu başarıyla bitirdiği için Hasanoğlan'da açılan Yüksek Bölüm'e seçildi.

Şiirde sağlam adımlar atmıştı. "Halı" şiiri bir dergide, "Dadalın Sarhoşluğu" başka bir dergide çıktı. Düzyazısı da şiiri gibi yoğun, özlüydü. Hasanoğlan'da yapılan Enstitüler Bayramı'na Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile, Milli Eğitim Bakanı Yücel ile birlikte Cumhurbaşkanı İnönü gelmişti. O gün şiir okudu. İnönü çağırıp kendisini kutladı. Ulus'ta resimleri çıktı. Gönen'de öğrenciydim. Baktım baktım, kafamdaki Başaran’a bir türlü benzetemedim. Bundan bir yıl önce de oldu böyle bir şaşırmam: Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri yurt gezisine çıkmıştı. Akdeniz'i, Ege'yi dolaşacaklardı. Bize de uğradılar. Yazlıklar içinde cıva gibiydi hepsi. Sırt çantaları kitap, dergi doluydu. Akşam yemeğinden sonra onurlarına eğlence yapıldı.

"Fakir koş; seni çağırıyorlar!" diye haber geldi. Birinci Okul Yapısı'nda öğretmen odasında idiler. Koşup gittim, kendimi tanıttım. Ortadan uzun boylu, güleç Avşar yüzlü, gözleri mavimsi bir ağabey elini uzatıp, "Nasılsın?" diye sordu. Adını söylemedi, söylediyse de duymadım. "Bu Başaran!" dedim içimden. Altında adı yazılı ne basılmışsa okumuştum. Orhan Veli gündemdeydi o yıllar; benzemiyordu. Dağlarca, Külebi, Tarancı; benzemiyordu. Nâzım'ı bulamıyorduk pek. Aramızdan yetişti diye Turan Aydoğan'ı, Talip'i, Cesarettin Ateş'i tutuyordum. Ama en çok Başaran’ı.

İşte şimdi karşımdaydı. Gerçi tasarladığım boy pos yoktu ama yüzü güleçti. Yüksek Köy Enstitüsü'nde okuyordu, bu gelenler de onlardı işte. Bir yıl önce Tonguç uğradığında şiirlerimi dinledi. Sonra, "Bunları bana ver, dergiye götüreyim!" dedi. Sarı defterden yaprakları yolup uzattım. Almanca'yı ilerletmem için bir tarım kitabı imzalayıp yolladı. Hasanoğlan'a beni de bekliyordu. Giderdim elbet. Ben de şiir yazıyordum. Sınavları da kazanırdım.

Öğretmen odası tıka basa doluydu. Ağabeyler, ablalar çantalarını duvarın dibine yığmış, oturuyordu.

"Baykurt, vaktin var mı? Bir köşeye çekilip konuşalım azıcık!"

"Var tabii!" dedim çırpıntılı. "Başaran" gelir de vakit olmaz mı? Bursa Cezaevi'nden Nâzım çıkıp gelmiş gibi sevinç içindeydim. Bizim dersliğe gittik. Yemekteydi herkes, kimseler yoktu. Eğlence olacağına göre derslik boştu, konuşurduk istediğimiz kadar. Işıkların yarısını söndürdük. Boş sıralardan ikisine karşılıklı oturduk.

Hemen şiirden açtık tabii. Yeni yazdıklarım var mıydı? Yüksek Bölüm'e iyi hazırlanıyor muydum? Dergilerden Gün'ü, Gerçek'i görüyor muydum? Rıfat Ilgaz'ın Yarenlik'i ile Orhan Burian'ın Kurtuluştan Sonrakiler adlı antolojisini görmüş müydüm? Tercüme dergisi şiir özel sayısı da çok iyi çıkmıştı.

Bir ara birkaç arkadaş kapıyı açıp kapayıp gitti. Eğlence başladıysa başladı.

Hasanoğlan'a gelip giden yazarlardan, şairlerden, oradaki iyi öğretmenlerden; sonra Nâzım'ın elden ele dolaşan şiirlerinden kiraz yer gibi konuştuk. Yatmaya kaçta gittim, ertesi gün erken kalkıp "Başaran Ağabey'i nasıl uğurladım, bilmiyorum.

İki ay sonra Fatma Dicle, Hasanoğlan'dan bize uygulama yapmaya geldi. Bizim Gönen'in ürünüydü, kızlardan bir o seçilmişti Yüksek'te okumaya. Pek severdi beni, elden geldiğince yüreklendirirdi.

"Başaran'la görüştük!" dedim.

"Aah Koca Başaran!" diye içini çekti. Sonra nerde gördüğümü sordu ilgiyle

"Geziye çıkmışlardı ya, uğradı!"

"Başaran buraya gelen kümede yoktu, başkasıyla karıştırıyor olmayasın?"

Doğru söylüyormuş. Başkasıyla karıştırmışım.

Başaran'la gerçekten ne zaman tanıştık? Tam anımsayamam da, anlattığım Gönen gecesi gerçekmiş gibi düşünürüm hep. Birbirinden güzel konularla bezeli o geceyi... Hepimizin yaşamlarımızı zehir edecek kötü geleceklerin hiçbirinin görünmediği, çocukluktan delikanlılığa geçişimin güzel gecesini...

Başaran Yüksek Köy Enstitüsü'nü bitirdi. Hava da döndü. Aksu Köy Enstitüsü'ne öğretmen olarak verilmişti. Side, Perge, Aspendos Belkıs yıkıntılarının arasında, o yıllar Akdeniz göğünü doldurup taşıran limon portakal kokuları arasında başı sevdalı dolaşıyor, köy çocuklarına ders veriyordu.

Fatma Dicle hafif yava diliyle hoş hoş anlatıyordu: "Koca Başaran, Pajarörenli Hatun Efe'ye tutuldu. Tonguç Baba sonra onları ya Kepirtepe'de, ya Pajarören'de birleştirecek..."

Ne ayırdı vardı; Tonguç Baba onları belki Aksu'da birleştirir, ben de görmeye giderdim yakıncacık! Şiirden söz ederdik hep.

Başka, bambaşka geldi sonbahar. Ayazlar bastı, kırağılar indi. Onu portakalı, limon bahçeleri arasından ansızın alıp götürdüler. Öbür enstitülerden de ağabeyleri topladılar: Veli Demiröz, Turan Aydoğan, Bekir Semerci, Talip Apaydın, Süleyman Adıyaman, Halil Basutçu, Hüseyin Elmasyazar, Emrullah Öztürk... Vaktinden önce Yedek Subay Okulu'na alıp dönem sonunda er olarak kıtaya çıkardılar.

Yeller nasıl da tersine çevrildi sonra? Türkiye'nin iç politikasında, Sovyetler Birliği'ne karşı Amerika'nın borusu ötmeye başladı. İhbarcılar bulundu köy çocukları arasından. Başarangili Çavuş çıkarırken ihbarcıları Amerika'ya, İngiltere'ye öğrenime yollayıp ödüllendirdiler.

Başaran daha sonra er olarak yaptığı askerliği Memetçik Memet adlı kitabında 40 bölüm halinde anlatarak Orhan Kemal Ödülü'nü kazandı. Vurulmak için götürüldüğü deredeki duygularını anımsarım. Askerlik üstüne yazmanın riski büyük olduğu için, hepsini yazmamış, kimi acılarını yutmuştur sanki.

Ceylanköy kırlarından bir çocuk, Aç Harmanı, Çarığımı Yitirdiğim Tarla kitaplarında anlatılan yollardan geçerek öğretmen oldu. Ama hiçbir yılı huzurlu geçmedi. Kurulmayan dernekleri kurdun, yapılmayan konuşmaları yaptın diye sık sık polis baskınlarına uğradı. Kasabanın pazarı olan günlerde aradılar evini sürekli. Bakanlığın polisten beter müfettişleri arkadaşlarıyla, öğrencileriyle ilişkilerini konu ederek canla başla sorguya çekti kendisini. Yönetim, özellikle 1950'den sonra ne yapıp edip defterini dürmek istiyordu. Görevlerin en göz önü olanına veriyorlardı kendisini. Baskılar altında iyice ezdiler, ezdiler.

Neydi suçu? Nasıl yanıtlar insan bu soruyu? Şairliği, yazarlığı dışında bir suçu yoktu. Halktan yanaydı. Şiirlerinde köylerin mutluluk özlemini söylüyordu. Yönetimler halkın mutluluğuna düşman olunca bundan büyük suç olur mu?

TÖS kurulunca arkadaşlar beni genel başkan seçti. Bütün ağabeylere iş verdim. Paylaştırdım yükleri. Başaran kaç kez yönetim kurulunda yer aldı. Birlikte İstanbul, Trakya gezilerine çıktik. Eskişehir'deki büyük toplantıya gelmesini özellikle istedim. Bakarım hep çekingen, arkalarda, gerilerde ürkek ürkek durur. Önlere çıkmaz. Ankara'dan Eskişehir toplantısına bir otobüsle gittiğimizi, Kayseri'de Alemdar Sineması'nda birlikte yakılmak istendiğimizi sık sık anımsarım. En olmaz zamanda iğneli, takılgan olurdu. Anlamak isterdim onu.

En güzel rengiyle umudun
Bizdik açan kuytularda
Yenilmeyen sesiydik ırmakların
Yüzyıllara benzeyen yolda

Arada bir İstanbul-Küçükyalı'daki evine uğrardım.

Sevinç, ipi kopmuş uçurtma

Uçardım buluşunca. Gene alaylı, iğneli konuşurdu arada. Sık sık eski günleri anımsar, eskilerde kalmış kusurları bulur öne sürerdi; ama bir yanı vardı apaçık, buluşmamıza o da sevinirdi. Birinde bir 49'luk koydu sofraya, oturup içtik.

Öğretmenliğimiz, yazarlığımız,

Toprakta hep ertelenen sevinç

Ne zaman gelecekti mutluluk tam bütün? Sık sık duyumsardı:

Mumu söndü eski yalanların
Çoktan yanıtlandı hem de nasıl
Bana sorulan sorular

Her on yılda bir olup duran darbelerden sonra onun dosyası da konurdu ortaya. Ona da yeni "önlemler" konurdu. Evinin kapısına kadar uzanan yolda görevliler yeri tozu koklayarak dolanırdı. O pırıl pırıl bir köylü aydınıydı; sırtıyla dağları indirip kaldırmaya yetenekli; büyük işler başarmaya hazır; ama baskıyı sürekli artırdılar. Kaburgalarının üstündeki mengeneyi her yıl biraz daha sıktılar.

Karşıdan baktığında bedence bir bozukluğu, sakatlığı yoktu. Yıllar önce Gönen'de, bizim kümenin getirdiği su deposunun önünde, kavakların dibinde Fatma Dicle'nin dediği gibi tam "Koca Başaran"dı! Ama dikkatlice bakınca anlardın, kırk yıl önce Aksu'dan, portakal, limon bahçelerinin arasından alınıp götürülmesinden sonra yaşadıklarının izi ruhunda tek tek kalmıştı. Ruhunu çok mıncıklamış, kanatmış, kişiliğini yaralamışlardı. Sürekli çekingen, iğneci, takılgan oluşu bu yüzdendi.

Herkeste olmayan bir büyük direnci vardı gene de..

Ceylanköylülerin, "Yağar eser yolcu günüdür." demesi gibi, yazılarını, şiirlerini birbirinden güzel kitaplar halinde her yıl verir. Harmanı büyük çiftçilerinden yazınımızın!

FAKİR BAYKURT
Varlık, 1 Temmuz 1996, S.40-43

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI