Sözlerime önce şu gerçeği açıklamakla başlamak isterim: Ben, Ömer Hayyam’ın rubailerini Türkçe yorumlarken değil, onunla ilgili araştırmaları yaparken zorlandım. Çünkü, nerede hangi kaynağa el attıysam Hayyam üstüne verilen bilgilerin birbirleriyle çeliştiğini gördüm. Bizde Hayyam rubailerini çevirip hakkında yorumlar yazanlar, onu genellikle kendi dünya görüşlerine, kendi anlayışlarına göre ele alırlar.
Son derece özgür düşünceli bir insan olan, rubailerinde bunu açıkça belirten Hayyam’ı bazı araştırmacılar, her halde yeteri kadar araştırmadıklarından olsa gerek, dindar ve mutasavvıf bir kişi olarak gösterecek kadar ileri giderler. Hiç kuşku yok ki, Hayyam’ın tanrı anlayışı, İslam dini hakkındaki yaklaşımı bazılarının anlatmak istedikleri Hayyam’dan çok farklıdır.
Bakara Suresi’nin ilk ayeti, Kuran için Bu, üzerinde şüphe olmayan kitaptır, der. Zâlik el kitabu lâ reybe... Hayyam’ın baş özelliği ise, şüpheci, kuşkucu oluşudur. Tevfik Fikret’in dediği gibi, Hayyam’a göre de şüphe bir nura koşmaktır. Bir rubaisinde şöyle der:
Tanrı sözü denilen o kitap Kuran bile,
Ara sıra okunur gene de besmeleyle.
Billur kadeh içinde her dem parlayan ayet,
Okunur gece gündüz, bitmeden dilden dile.
Şarabın damlasını bile yasaklayan İslam dini karşısında Hayyam pek çok rubaisini âdeta fanatizmle inatlaşırcasına şarabı övmek, onu yüceltmek için yazar:
Ben bu şarabı buruk, acı acı severim,
En çok da ramazanda cumaları içerim
Helâl üzüm suyunu doldurdum koca küpe
Tadına tat katmasını tanrıdan dilerim.
Hayyam’ın şarabı övüp yüceltmesine bakıp da onu gece gündüz içip zilzurna ayyaş dolaşan, başıboş, körkütük sarhoş biri sanmak çok yanlıştır. Şairliğinden önce bir bilgin olan Hayyam’ın şaraba bu övgüsü, bir damla içilmesinin bile yasaklanmasındaki mantıksızlığa karşıdır. Bir akıl, düşünce ve gönül adamı olan Hayyam, bu gibi akıl dışı düşünce ve davranışlara karşı çıkar. Onda düşünce her zaman inançtan önce gelmiştir. Bugün biliyoruz ki, alkolün de, afyonun da tebabette önemli bir yeri vardır. Kararınca alınan kırmızı şarabın kan dolaşımına sağladığı fayda artık günlük gazete haberlerindendir. Ama inancı düşüncenin, vahyi aklın önünde tutan bir fanatik dindar cennete gireceği umuduyla alkol veya afyona karşı çıkar.
Hayyam, ağzına içki koymayan biri de değildir. Onun şiirlerinde sözünü ettiği şarap, çoklarının zorlama yorumuyla sembol diye kullandığı bir kelime olarak da görülmemelidir. Onun şiirlerinde sık sık sözünü ettiği şarap bildiğimiz, tanıdığımız alkollü içkidir. Yani eski deyimiyle meşrubat değildir, muskirat’tır. Doğu şiirinde, özellikle de bizim Divan Edebiyatımızda şarap çok önemli bir yer tutar. Şaraptan söz edilmeyen gazel, kaside, murabba yok gibidir. Doğu şiirinin büyük ustaları Hafız’da, Sadi’de, Fuzuli’de, Baki’de, Nedim’de, hatta Şeyhülislam Yahya Efendi’de şaraba övgü dolu pek çok mısra vardır. Örneğin Baki’nin:
Baki yine mey içmeğe and içti demişler,
Divane midir bâde dururken içe andı?
beytinde şarap içmek varken and içilir mi demek ister. Tasavvufa yakın beyitleri de olan Baki aslında mutasavvıf bir şair değildir. Medresede yetiştiği halde yobazlara çatar, onları ince ince alaya alır. O, kadılıklarda bulunmuş, iki kere Anadolu, bir kere Rumeli kazaskeri olmuş, dinî mevkilerin en yükseği olan şeyhülislamlığa geçmesine ramak kalmış bir kimsedir.
Şeyhülislam Yahya Efendi’nin:
Zaman gelür yine zerrin kadeh alur eline,
Çemende nerkis-i şehlâ hemen bahar bahar.
beytinde de, zamanı gelince eline altın bir kadeh alıp baygın gözlü nerkis bahçelerinde daima bahar beklediğini söylemekten çekinmez. Hele Fuzuli’nin:
Mey hababı gibi meyhanede bir ev tutuben,
İkd-î engûr ile bir araya baş çatuben,
Alsalar din ile dünyayı şaraba satuben,
Mest-î bedhûşu harabat-ı bîbak olalım.
deyişi vardır ki, zâhidleri çileden çıkarır. Bir de:
Dediler gam giderir bâde, çok içtim sensiz,
Gamı hicranıma müfid olmadı hep kan olmuş.
beytindeki yakınması ile sevgilisiz içilen badenin gam ve kasaveti gideremiyeceğini, gam ve kasavetinin kızıl şarabın rengi gibi kana bulandığını ne güzel belirtir.
Naili’nin:
Pelaspare-i rindî bedûş kâse bekef
Zekât-ı mey verilür bir diyare dek gideriz.
beyitinde söylemek istediği şudur: Rintlik çulu omuzda, çanak elde olarak şarabın zekâtı verilen bir ülkeye kadar gideriz. Rintlik, yani hayatın tadını almadan gönül âlemine ilgisiz kalmanın manasızlığını belirten bu beyitte şair, şarabın zekâtı verilen bir diyar demekle, dünyadaki bütün iş ve hareketleri yalnız dinsel fanatizmin dar çerçevesiyle gören kaba sofuların, kara yobazların etkin olmadığı, şarabın gelişigüzel haram sayılıp yasak edilmediği, hatta yoksullara şaraptan zekât verildiği bir yeri kastetmektedir.
Bu yüzden şarap Doğu şiirinde bağnaz şeriat anlayışına karşı özgür düşünüşün bir simgesi, âdeta başkaldıran kızıl bayrağı gibidir. Divan Edebiyatı şairleri, hatta bazan Halk Edebiyatı ozanları (Dertli’de olduğu gibi) şarabın özünü anlamayan yobazlara karşı şiirlerinde daima en sert tepkiyi göstermişlerdir. İşte Hayyam’ın da şarap içip ona rubailerle övgüler düzmesi özgür düşüncenin bir yansıma biçimidir.
Dertli’nin:
Şarab-ı lâlinde ne keyfiyet var,
Söyletir efsane efsane beni...
deyişindeki güzellik, divan şairlerinin mısralarınyla yarışacak ustalıkla verilmiştir.
Divan ve tasavvuf edebiyatında sık sık sözü edilen şarabın tanrısal, mecazî anlamlarda, bazı beyitlerde böyle kullanıldığı da olur, ancak Hayyam’ın, Fuzuli’nin, Baki’nin, Nedim’in sözünü ettiği şarap tanrısal, mecazî değil, düpedüz şaraptır.
İslam’ın ilk dönemlerinde şarap için kesin bir yasak yoktu. Bakara Suresi’nin 216. ayeti şöyle der: Sana şarap ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük günah vardır, hem insanlara faydalar vardır. Onun için Hayyam bir dörtlüğünde bu yasağın mantıksızlığını açıklar:
Tanrı bize cennette şarap içeceksin der
Aynı tanrı dünyada şarabı haram eder
Hamza’nın devesini bir Arap okla vurmuş,
O Araba şarabı haram etmiş peygamber.
Daha sonra şarap İslamda menkıbelere dayanan bazı olaylar sebebiyle kesin olarak yasaklanmıştır.
Benim Hayyam’la tanışmam
Ellili yıllarda henüz orta okul öğrencisi idim. Zonguldak’ın on kilometre kadar doğusunda, deniz kıyısında yer alan, o zamanki nüfusu üç-dört bin olan küçücük Kilimli kasabasında oturuyorduk. İki fırını, birkaç bakkaliyesi, üç-beş kahvehanesi, bir halkevi, kısaltması o zamanlar E.K.İ. olan Kömür İşletmelerine ait bir sineması, eski ve yeni mahallesiyle bu kilim kadar küçücük bucakta bir de gazete, kitap satan küçük bir bayi vardı. Ramiz’in Mizah dergisi, sonra Yusuf Ziya Ortaç’ın Akbaba’sı, aylık Varlık dergisi, aynı derginin cep kitapları yayınlarından başka ara sıra roman gibi kitaplar da satılırdı o bayide.
Dükkâna gazete, dergi, kitap filan almak için sık sık gider, bazı yayınlara göz gezdirirdim. Böylesi küçük kasabalarda hemen herkes birbirinin dostudur. Dükkân sahibi de arkadaşımızdı. Bir derginin ön yüzünde Cemal Yeşil’in çevirdiği rubailere rastlamıştım. Daha sonra başka bir dergide Yahya Kemal Beyatlı’nın harikulade Hayyam çevirileriyle karşılaştım. O zaman okuduğum şu dörtlük hafızama taşa kazınan bir kitabe gibi yerleşmişti:
Cennet ne cehennem ne gören yok a gönül,
Bir avdet edüp haber veren yok a gönül,
Ummîd ile korktuğumuz o şeylerden ki,
Bir nam ü nişâne gösteren yok a gönül!
Günümüzden nerdeyse bin yıl öncesinde bu cüretli mısraları kim söylüyordu? Çocukluğumuzda hepimizi cennet masalı ile avutup cehennem ateşiyle korkutmuyorlar mıydı? Hepimizin körpe beyinlerini cin, peri, melek, şeytan, zebani masallarıyla doldurup cehennemin gayya kuyusundaki kızgın ateşlerle yakıldıkça yeniden çıkacak derilerimiz sürekli tekrar yakılmayacak mıydı? Anlamadığımız Arapça duaları ezberleyip zamanlı zamansız okursak, o çocuk bedenimizin bir avuç midelerini temmuz güneşinin kavurucu sıcağında oruç bahanesiyle aç, susuz bırakırsak, öte dünyada böylece cenneti garanti edeceğimiz, altın kutular içinde bizlere hediyeler verileceği söylenmiyor muydu?
İşte o zaman bu mısralarla karşılaştığımda derin derin düşünmeğe başlamıştım. Gerçekten, gidip de kimsenin dönmediği, kimsenin görmediği bu âlem neresiydi? İnsanları daha kolay soyup soğana çevirebilmek için mi uyduruyorlardı bu masalları? Bunları düşünürken, bir yandan da Hayyam’ın diğer dörtlüklerini nerede bulabileceğimi edebiyat meraklılarına soruyordum. Yeni rubailerini okudukça şiir, müzik, resim zevkim daha da gelişiyor, sanat-edebiyat dostları arasına katılıyordum.
Çağının ve çevresinin koyu bağnazlığı içinde böylesine cüretli mısraları söyleyebilecek bu bilge kişi kimdi? Çağlar boyunca inancın, hep düşüncenin önünde gittiği, insanlara ayıp olanın değil de günah olanın öğretildiği, gerçek değer yargısının pek güç ortaya çıkarılabildiği bir toplumda aklın öncülüğünü savunan, bir ciltte anlatılabilecek bir konuyu dört mısraya sığdıran bu rubai ustası nasıl bir insandı? Geçmiş yüzyıllarda yaşayan bütün büyük insanlar gibi onun da yaşamına birçok efsaneler, pek çok menkıbeler karışmış mıydı? Anlatılanlara inanmaktan, söylenilenlere güvenmekten çok, duyup işittiklerini akıl süzgecinden geçiren bu insan kendisine doğru diye belletilen şeylere, gökten indiği söylenen emir ve yasaklara, vahiy diye her ezberletilenlere, hadis diye her nakledilenlere inanıyor muydu? En azından bunlara kuşkuyla bakıyor, kafasından acaba diye sorular geçiriyor muydu? O, en büyük, en değerli hazinemiz olan akıl için ne diyordu? İşte bir dörtlüğünde:
Akıllı insanların sohbetinden geçilmez,
Aptalların içinden iyi insan seçilmez,
Akıllı insan sana ağu verse gene iç!
Akılsızın şerbeti bal olsa da içilmez.
diyordu. Demek ki, akla güveni tamdı. Demek ki, insan varlığının en büyük nimeti akla inanıyordu. Ama çevresi öyle aptallarla dolmuş olmalıydı ki, şu dörtlüğü de söylemekten kendini alamamıştı:
Akla değer veren yok akıllı hep dardadır,
Yazık cümle öküzler bugün itibardadır,
Aptallık yaftasını sırtına geçir de gel,
Aptalları akıllı sanan çok eşek vardır.
İkinci mısranın sonundaki itibardadır kelimesini iktidardadır şekline de sokabilirsiniz. Büyük şairler yalnız yaşadıkları çağı gözlemlemezler, bin yıl sonrasını da görürler.
Not: Bu yazı, Aydın Karahasan’ın çevirisine ve hazırlığına 25 yılını verdiği, “Ömer Hayyam ve Rubaileri - Hayatı, Sanatı, Dünya Görüşü” adlı yayına hazırladığı kitap dosyasının sunuş bölümünün başlangıcıdır.
AYDIN KARAHASAN

ŞİİRLERİ