Kış mevsiminin, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı günlerdi. Baharın geleceğini muştulayan cemreler bekleniyordu. Sonunda cemre, hava ve topraktan sonra suya da düştü. Hem de ateş topu bir sıcaklıkla.... Su da hava gibi, toprak gibi ısınmaya, yaşam daha kolay, daha güzel yaşanılır olmaya başladı. Cemre; havanın güzelleşmesini, suyun ısınmasını ve toprakta gizlenen tohumların, kuru ağaç dallarının, canlıların uyanmasına sebep oldu. Bir umut oldu canlı cansız tüm varlıklara.
Cemre toprağa düştükten sonra bahar geliverdi dağlara, ovalara,
kırlara, köylere, şehirlere. Ve ardından yüreklere. Önce kardelenler, nergisler
kaldırdı bükülmüş boyunlarını gökyüzüne, ardından frezyalar, kır karanfilleri,
kırkkanatlılar ve güller. İç gıdıklayan kokularını etrafa yaydılar, renk renk
ışıklarını sulara aksettirdiler.
İşte bu baharı soluyan, zeytin gözlü bir çocuk vardı uzaklarda. Zeytin gözlü çocuk gülümsüyordu karlar erirken. Bahar, onun da içini kıpırdatmış, bir şeyleri yerlerinden oynatmıştı. Kıpır kıpırdı içi. Dağlara doğru yürümeyi geçiriyordu içinden. Ve dağlardan ovalara doğru koşmayı. Fırladı, bahar kokan sokağa. Baharın gelmesiyle birlikte; kuşların daha bir neşeli öttüğünü, daha bir neşeli uçtuğunu gördü gökyüzünde.
Dereler daha bir sevinçle akıyor, coşkuyla esen rüzgar; dağ doruklarında konaklayan karın sularını ovalara indiriyordu. Kalbi umut ve sevinçle çarptı o an. En soğuk sözler bile yumuşayıp inceldi, eridi yüreğinde. Sevdiklerini anımsadı. Yaşlı çınarı, dallarında yuva yapan ve sevinçle kanat çırpan minik minik kuşları. Ulu çınarına gitmeliydi. Uçarcasına yöneldi çınarına doğru. Koştu, koştu, koştu.
İlkbaharın kokusunu ciğerlerine derin derin çekerek, yemyeşil çayırlarda, çiçek desenli kırlarda koşarak, çınarın yanına geldi. Çınarın dibinde durdu. Kabaran soluğunu dinlendirdi önce. Sonra, gülen gözlerle sevgi ve dostluk kokan yaşlı çınara baktı. Rüzgar dağlardan, ormanlardan kırlardan topladığı bütün çiçek kokularını alıp buraya getirmişti.
Çınar sıcacık sevgisini, ulu bedenine tutsak etmişti. Fakat, zeytin gözlü çocuğun dostluğunun, canevine dalga dalga dolduğunu hissediyordu. Zeytin gözlü çocuk da öyle... Çınardan çocuğa, çocuktan çınara doğru akıp giden bir şeyler var gibiydi. O küçücük yüreğinde dağ gibi kederini büyüten ve dallarının altına sığınıp gizli gizli ağlayan, hülyalarına kara bulutlar düşüren çocuk o değildi sanki. Çınarın yanında umutlu, mutlu görünüyordu.
Şimdi sevinçliydi zeytin gözlü çocuk. Yüzü, gözleri gülüyordu. Bahar gülüyordu. Sular, dağlar, bütün dünya gülüyordu onunla ..Bir şarkı vardı dudaklarında, sevinç ve neşe dolu. Her yer çınlıyordu sesiyle. Bir yıldızı vardı şimdi, gecelerini aydınlatan bir yıldız. Bir bulutu vardı şimdi, üstünden bembeyaz geçip giden. Kar gibi, tüy gibi, rüzgar gibi bir bulut.
Bir sevgisi vardı şimdi, içinde çoğalan, hep içinde kalan, sıcacık. Bir mevsimi vardı şimdi, gülümseyen, içinde bütün güzellikleri saklayan. Bir ümit, bir ses, bir ışık, bir heves gibi. Bir yeri vardı şimdi; ıssız bir ada, bir dağ, bir deniz kıyısı gibi. Belki herkese uzak, ama kalbine en yakın yer. İşte o yer bu çınarın altıydı. Hemen her gün buraya gelir, acılarını unuturdu. Hayallerini burada kurar, içini bu çınara dökerdi.
Kimbilir aradan ne kadar zaman geçti... Bir gün düşüncelere daldı
yaşlı çınar. Çünkü içten içe bağ kurduğu, her gün yolunu beklediği, kendisiyle
konuştuğu dert ortağı, zeytin gözlü, tatlı sözlü arkadaşı gelmiyordu artık.
Şaşırdı. Acaba neler olmuştu? ''Her gün gelirdi.'' diye düşündü çınar. Günler
geçip gidiyor, zeytin gözlü çocuk gelmiyordu. "Belki hastalanmıştır. İyileşince
gelir." diye avuttu kendini. Ama her dakika, yerini ümitsizliğe bırakan bir
oyundu sanki.
Günler usul usul geceye, geceler usul usul gündüze akıp gidiyordu.
Ne zeytin gözlü çocuk vardı ortalarda, ne de kendisinden bir haber. Hala ne
olduğunu düşünüyor ama , zeytin gözlü çocuğun neden gelmediğine bir türlü yanıt
bulamıyordu. Birden durup sessizliği dinlemeye başladı, ürperdi. Yalnızlığın içine
işlediğini hissetti. Rüzgar dallarını salladıkça inliyordu.''Neredesin zeytin
gözlü çocuk? Seni çok özledim, tatlı sözlerini de.'' diye iç geçirdi."Hasta
değilsin ya! İstersen sana bir demet kırmızı karanfil yollarım." Diye
fısıldadı.
Günler böylece geldi geçti. Geceler sabahları soluyarak uzaklaştı
yanından. Gündüzler gecelere bıraktı yerini, geceler gündüzlere. Bir umutla
zeytin gözlü çocuğun yolunu gözledi durdu. Ama o gelmiyordu. Umudu, her geçen
gün biraz daha azalıyordu çınarın. Her gün bir sürü insan gelip geçiyor,
çevresinde kuşlar kelebekler uçuşuyordu.
Bir tek o gelmiyordu. Kıpır kıpır
doğada yalnızlık çekiyor, o kalabalıkta yalnızlığı yaşıyordu. Kendini ıssız bir
çöldeymiş gibi hissediyordu. Susuz, kimsesiz, ağacı, yeşili olmayan bozkırda
kavruluyor gibiydi. Oysa çevresi kuşlarla, ağaçlarla, yeşilliklerle doluydu.
Tüm bunlara rağmen, içinde bulunduğu ortamda kendi başına kımıltısız, mutsuz ve
yalnızdı.
Bir gün etrafındaki sessizliği dinlemeye başladı, ürperdi. Bir ayak
sesiydi beklediği, bir çift zeytin gözdü. Ama nafile! Damarlarındaki kanı
donmuş gibi, bütün dalları yaprakları fırtınaya tutulmuşçasına titredi. Oysa
her şey ayniydi. Güneş, gökyüzü, kuşlar, rüzgar hep ayniydi. Eksik olan, sadece
zeytin gözlü çocuktu.
Aylar geçmesine rağmen, zeytin gözlü çocuk hala ortalarda yoktu,
gelmiyordu. Umudunu neredeyse tamamen kaybediyordu.... ''Umudumu kaybettim,
umut her şeydir. Kırgınlığım, kızgınlığım o zeytin gözlü çocuğa. Giderken
yanında götürdü umudumu. Umudum benim yaşama nedenimdi, yaşama sevincimdi. Ben
umutsuz nasıl yaşarım!'' diye sitem etti içinden. Sonra sararmaya başladı
yaprakları.
Birer birer terkediyorlardı onu... Heybetli gövdesi üşümeye
başladı. Isındığı ateşler söndü, küllendi. Üşüdü üşüdü... Yollara baktı uzun uzun.
Ne gelen vardı, ne giden... Bomboş geldi her yer. Hiç bir şeyin anlamı
kalmamıştı. Titredi koca çınar. Ürperdi yaprakları tiril tiril. Savurdu kalan
yapraklarını. Yaprakları dinmez gözyaşı oldu, döküldü. Derelere, issiz
ovalara, kırlara şehirlere doğru savrulup gitti...
Neden sonra karlar yağdı yağdı, aylar sonra eridi. Kar suları, bir
yatak bulup, indiler ovaya doğru. Ardından leylekler döndü yuvalarına,
kırlangıçlarla süslendi gökyüzü. Deniz dalgalandı. Toprak menekşeler armağan
etti çocuklara. Yıldızlar kaydı, ayvalar sarardı. Zeytin gözlü çocuk yine
gelmedi.
Çocuklar büyüdü; kimi genç kız oldu, kimi, yağız bir delikanlı.
Erguvan dudaklı genç kızlar beyaz duvaklara büründü. Evlerde her akşam lambalar
yandı, lambalar söndü. Ay ışığı yeri göğü süslerken, sevgililer buluştular
gizlice, gür dallarının altında. Saatlerce yan yana oturdular, birbirlerine
sevgi dolu sözler fısıldadılar. Kah susarak, kah konuşarak sarıldılar
birbirlerine. Çınar gördü tüm bu oldu bittileri, sevgi dolu fısıltıları
dinledi. Yıldızlar ışıklarını gönderdi. Rüzgar yapraklarını okşadı. Neye yarardı
ki tüm bunlar! Zeytin gözlü çocuk gelmedikten sonra neye yarardı!.
Yine umuda yöneltmişti yüzünü dağlar. Havaya, suya ve toprağa cemre
düşeli epey olmuştu. Zeytin gözlü çocuksuz gelen kaçıncı bahardı bu! Dağlarda
kardelenler, ovalarda erik ağaçları, kırlarda papatyalar bir sevinçle
açıverdiler. Güneş; bahçeler, çiçekler, börtü böcek ısınsın, yer- gök, çocuklar
şenlensin, bütün ağaçlar, bitkiler yeşersin diye, güneş gün boyu dikildi
tepelerinde. Herşey zamanı gelince görevini en iyi bir şekilde yerine getirdi.
Ne yağmur, ne rüzgar, ne güneş, ne kar unutmadı çınarı... Ama zeytin gözlü çocuk
gelmedi.
Bulutlar yere inip, kümelendi çınarın başında. Sonra yağmur olup,
gözyaşı gibi damladı çınarın dallarına, yapraklarına. ki, koca çınar yeşersin
diye. Toprağın derinliklerine uzanan köklerine yağmur suları indirildi,
beslensin diye. Bahar rüzgarı, dallarına vurdu, çınarı kış uykusundan
uyandırmak için. Olmadı ! Hiç biri yeterli olmadı bu çabaların. Çınar,
yeşermedi. Çünkü eksik olan bir şey vardı. O da, zeytin gözlü çocuktu.... Bir
daha hiç bir bahar yeşermedi yaşlı çınar. Damarlarındaki can suyu çekildi.
Uçlarından başlayarak dalları, gövdesi kurudu. Artık kuru bir odun parçasından
farksızdı.
Aradan çok uzun yıllar geçti. Bir gün koca bir adam geldi Hollanda'dan. Elinde bir demet kir papatyası vardı. Geldi, kuru çınarın dibinde durdu. Zeytin gözleriyle baktı uzun uzun kuru çınara. Çınar hiç oralı olmadı. Hiçbir şey görmedi, duymadı, hissetmedi. Adam, baharda eylülü yaşayan kanadı kırık bir kuş gibi çırpındı, kalbini hüzünle dağladı.
Neler olmuştu çınarına? Diriliğine,
yeşiline, rüzgarda oynaşan yeşil yapraklarına neler olmuştu!... Hülyalarına
siyah bulutlar inmişçesine ağladı, sarsıla sarsıla. Çınarın kuru gövdesine
dayandı. Başını kaldırıp, çınarın kurumuş dallarına baktı. Dalından kopan bir
çiçek gibi neden kurumuştu çınarı?...
Gözyaşlarından ıslanmış bir demet
papatyayı çınarın dibine bıraktı. İçi burkularak, yüreği titreyerek yaşlı
çınara fısıldadı: '' Seni çok seviyordum! Neden beni beklemedin? Neden?''
... Sonra, derinden bir ses duydu. Hüzünlü, ağlamaklı, yorgun, kırılgan bir
ses. Bu, çınarın sesiydi. Yıllar önce, hemen her gün dinlediği tanıdık bir
sesti bu. Kulağını dayadı çınarın gövdesine. Yaşlı gözlerle dinledi, çınarın
yakınmalarını:
YORGUN ve YAŞLI BİR ÇINARIM
Ben dalları fırtınalarda kopmuş
yorgun ve yaşlı bir çınarım
binlerce acının ortasında yorgun ve yalnız
Alnı gül işlemeli günler getir bana ey çocuk
hülyalı gülüşler
gözlerinle görmek istiyorum sabahı
dünyayı yüreğinle sarmak istiyorum
umutlu ve şen
ne zemheriler gördüm ben
ne fırtınalar geçirdim
çağının ışığıyla yak beni
çağının ışığıyla sar, üşüyorum
gövdemde kaç balta izi var
kaç kan lekesi alnımda
nice ihanetler gördüm ben
nice zulümler
üşüyorum
alnı gül işlemeli baharlar getir bana
umudu sevda kokan sabahlar
gözlerinle görmek istiyorum yarınları
dünyayı yüreğinle sarmak istiyorum
pınar seslerine kat
başak tanelerine koy
arıt beni günahlarımdan
lekesiz bir sevgiyle geçilir ancak ırmaklar
kocaman bir yürekle ey çocuk
beni yüreğinle sev, gözlerinle okşa
bırakma ellerimi n'olur
Bırakma ellerimi...
Erzincan, 2002
NURİ CAN
