Bilgi Derneği’nin kapısından bir genç girdi: Uzunca boylu, ince yapılı, kalın kaşlarının üstü ustura ile hafif alınmış ve ikisi tıpatıp bir biçime konmuş bir genç. Biraz kemerli ince burnu, geniş alınlı, uzun yüzüne yakışıyordu. Şıktan çok titiz giyinmişti. Üst cebine mendilini çok hesaplı koyduğu, kravatını hiç kırıştırmadan pürüzsüz bağlamağa çalıştığı belliydi. Ama bu âdeta terziden, gömlekçiden, kunduracıdan ve berberden yeni çıkmış adam hoştu, sevimliydi ve bu genç adam Enis
Behiç’ti.
Enis Behiç, ilk şöhretini aruzla yapmıştır. Balkan yıkılışından sonra... Daha ben İdadide öğrenci iken, o, günün en güzel ve en lüks dergisi Şehbal’de çıkan «Vatan Mersiyesi» ile birdenbire meşhur oluvermişti:
Bu sesler ki haksız, neden böyle tiz?
Eninim ki haktır, bu pesti neden?
Bu zalim sadalar niçin böyle şen?
Bu mazlum eninimse pür ıztırap!
Bu esvâtı, âciz, benim dinleyen,
Gururum kırılmış, hayalim harap!
O zaman Türk dili Osmanlıcaydı. O zamanın aydınları bu kelimeleri biliyor, anlıyor, seviyordu henüz ve bu «Namık Kemal’in ruhuna» ithaf edilen şiir, bir günde elden ele, dilden dile yayılıvermişti.
Enis, Bilgi Derneği’ne geldiği gün, mizacının tatlı neşesinde erimiş, genç yaşta eriştiği şöhretin belli belirsiz gururu içindeydi biraz...
Mülkiye mektebini bitirmişti, hem de pek parlak.. Fransızca biliyordu, hem de mektep Fransızcası değil. Memurdu, hem de bugün bile moda olan Hariciye’de!
Ziya Gökalp'in hece vezni ve İstanbul lehçesi konferansını beraber dinledik, beraber inandık ve Dernekten beraber çıktık. İlk adımda iki eski dosttuk onunla...
Gençliğimizin gezme yeri neresiydi biliyor musunuz?... Gülhane Parkı!... Biz de Vilâyetin arka yokuşundan oraya indik. Kırk yıl önceki o mavi ışıklı hava içinde şakıyan neşemiz, şimdi bile içimde gülüyor...
Çağımızın bütün güzelleri parktaydı o akşam: Dar etekli ipek çarşaflara bürünmüş genç kızlar, göğüslerinde beyaz bir üçken bırakan siyah peçeler altında isimlerimizi fısıldaşarak geçiyorlardı!... Yaaa, kırk yıl önce, kızların dillerinde bizim adlarımız dolaşırdı, Hollywood
yıldızlariyle stadyom yıldızları değil!
İki hafta sonra, Enis, Bilgi Derneğine elinde ilk hece şiiri ile geldi. Bu dört dörtlük orijinal bir manzumeydi.
Adı: Hodbin... Bugünün kelimesiyle Bencil!
Bir kaç parçası, biraz boğuk, biraz kuru sesiyle hâlâ kulağımda:
Biliyorum nerde idim,
Bir aydınlık yerde idim.
Etrafıma bakıyordum,
Gözlerimi hayli yordum:
Gururumun göklerinden
Hayaletler geçiyorken
Hepsi bana benziyordu,
Nur içinde geziyordu...
Yakında ben, uzakta ben,
Kâinatı müebbeden
Ben ihata eylemiştim,
Ben benimle pek seviştim!
Yaşayanlar gayet çoktu,
Benden başka kimse yoktu!
Her gördüğüm çehre bendim,
Tanrı kendim, kul da kendim!
Hepimiz beğendik. Ziya Gökalp üçüncü baba olmanın sevinci, saadeti içindeydi o gün!
Enis keman çalardı, musiki edebiyatımızı bilirdi. Aruzdan kurtulmak istemiş, notalardan ilham alarak bir «Dümtek vezni» uydurmuş, ama yine aruzun içine düşmüştü. Bu deneme hiç bir başarılı örnek vermemiştir.
Aradan bir kaç yıl geçti, geçmedi, Enis Behiç’i kaybettik. Sınır dışında vazife almıştı: Budapeşte Konsolosu olmuştu. Ama yeni vazifesi ona yeni ilhamlar vermiştir:
Güzel Macar kızı, güzel Macar kızı!
Öptürmez misiniz o küçük, kırmızı
Dudaklarınızı!
Ben Türküm, siz Macar, kan kardeşliği var.
O halde böyle bir buseden ne çıkar?
Ses çıkar, o kadar!
O narin kolları boynuma sarın da,
Margıt adasının bu son baharında,
Kuytu yollarında
Verin şu Türke bir buse... bir buse!
Çekinip demeyin: Birisi görürse?
Kimse yok, hiç kimse!
Ama Enis’in en güzel şiirleri bu fanteziler değildir. Onun yiğit bir ruhu vardı. Bu yiğit ruh aradığı sesi «Akdeniz Rüzgârları»nda bulmuştur: Gemiciler’de... Venedikli korsan kızında... Uğursuz Baskın’da...
Yine doldu gemimizin arması,
Bizim gemi martı gibi pek oynak!
Ne hoş olur şimdi ateş açarsak
Ufukları dumanların sarması!
Akdenizin dalgaları cilveli,
Akdenizdir denizlerin güzeli,
Biz bu güzel kızı sevdik seveli,
Elde değil göz koyana çatmamak!
Kol sıvanmış, el palada bekleriz,
Bıyık buran, göğüs geren erleriz,
Nerde korkak Venedikli ey deniz?
Kim demiş ki elimizden kaçacak?..
Enis, sevdiği bütün şiirlerini 176 sahifelik bir kitapta topladı. Adı «Miras» tır. Zekiydi, nüktedandı, şakacıydı. Ama alıngandı da! Kendisine kitabı çıktıktan sonra:
— Edebiyatımızın miras yedisi! deyişime bile gülümseyerek kızmıştı!
Enis Behiç Koryürek, memurluk hayatında en üst dereceye çıktı: Çalışma Vekâleti Müsteşarlığına kadar... Sonra, Demokrat Parti kurulunca istifa eti, politikaya bulaştı, kırk altı seçimlerine katıldı ve... Zonguldak listesinde kaybetti!
Mahzundu, hırçındı, en kötüsü dardaydı ve hastaydı. Gaipten sesler duyuyor, ruhuna fısıldanan mistik şiirler yazıyordu artık.
Bir yaz sabahı, Ankara’da Özen'de oturuyorduk. Dalgın, yorgun, ama başı havada o geçiyordu. Seslendik:
— Enis... Enis!...
Dudaklarındaki dost gülümseme bile dargın, yanımıza geldi. Hasrettik ona. Zorladık:
— Otursana... Sesi gayet ciddî:
— Hayır, dedi, gideceğim...
— Nereye?... Bu sefer biraz yavaş fısıldadı:
— Demokrat Partiye... En yakın arkadaşım, en yakın dostumdu benim. Takıldım:
— Niye o kadar yavaş söylüyorsun?... Ayıp değil canım, hızlı söyle!...
Birden, solgun yüzü kıpkırmızı oldu. Bütün masaların gözlerini kendine çeken bir çığlıkla:
— Mabede gidiyorum!... Demokrat Parti mabedine!... diye bağırmaz mı?... Çıldırmıştı galiba... Arkasından bakakaldık. Ama gönlümüz nedamet dolu, utanarak, üzülerek!
Elbet hakkım yoktu bu şakayı yapmaya: Biz, iktidar listesinde kazanmış mebus beylerdik!. O muhalefet listesinde kaybetmiş bir aday!
On beş gün sonra, İstanbul’da, tramvayın ön sahanlığında, Bankalar caddesinden geçerken onu gördüm... Görmemle kendimi kaldırıma atmam bir oldu!
Yalvardım, af diledim, barıştık... Kırk yıllık gençlik arkadaşımı, sanat arkadaşımı pis politikaya feda edemezdim...
Aradan çok geçmedi, Miras şairi, vefalı eşi Müfide Hanıma yalnız şiirlerini miras bırakarak ölüverdi.
Edebiyatımız epik bir şairini, biz sevimli bir dostumuzu kaybettik. Demokrat Parti de 1946 ruhunu!
YUSUF ZİYA ORTAÇ
Portreler, S. S. 129 - 133

ŞİİRLERİ