Şeker Ahmet Paşa, Türk resim tarihinde sağlam bir devre yaratan üç büyük sanatkârdan biridir. Şeker Ahmet Paşa, Zekâi Paşa (1860- 1919) ve miralay Seyit Beyle (1842 - 1913) birlikte Avrupa sanatiyle ilk ve öz teması temin edenlerdendir.
Avrupalı anlamda Türk resminin mazisi pek kısa olmakla beraber küçümsenmekten uzaktır. Dolmabahçe Resim ve Heykel Müzesinin Birinci, İkinci, Üçüncü ve kısmen Dördüncü salonlarında gördüğümüz resimler bizim bütün Avrupai resim mazimizi teşkileder, ve en son 19 uncu asrın ikinci yarısına varır. Bizim primitiflerimiz bu üç buçuk salonda teşhir edilen eserlerdir. Bir avuç eser ve iki solukluk bir zaman, ama, bir keyfiyet ve değer kadrosu ki, kemiyetsizliği ve tarihsizliği unutturuyor.
Burada teşhir edilen eserler, bir bölüm yapıldığı zaman, iki devreye ayrılır. Bir devre, yukarda isimlerini saydığımız üç şahsiyetin yaptığı devredir. Bir devre de Müze Müdürü Halil Dikmen’in (Naiv) ler dediği zümrenin teşkil ettiği devredir. Mecmuanın bu sayısında her iki devreden iki renkli kopye göreceksiniz; bunlardan bir tanesinin imzası asıl konumuzdur: Şeker Ahmet Paşa. Ötekine gelince, altında Bedri Kulları diye ömrü meçhul bir imza var. Bu peyzaj aslındaki renklere pek yakın renklerle basılmış olduğu için Naiv’ler veya primitifler devresinin sanatı hakkında yeterce bir fikir verecektir.
Bu resmin ve müze salonlarında bu gibi diğer resimlerin her hangi büyük bir garp müzesinin loş köşelerinden birini aydınlatabileceğinden şüphe edemeyiz. Müzemizin üç salonunda hep Bedri Kulları gibi meçhul sanatkârların biribirinden güzel tuvalleri var. Bu ressamlar hakkındaki bütün bilgimiz çoğunun Darüşşafaka’dan yetişme olduklarını bilmekten öteye geçmiyor. Ne doğumları, ne ölümleri belli. Yalnız her halde tarih itibariyle, Şeker Ahmet Paşa ve arkadaşlarından daha ötede değiller. Fakat Türk resminde tamamen kendine göre, apayrı ve son derecede naif bir zümre teşkil ediyorlar. Bu ressamlar hakkında kısmen ressam Şevket Dağ’da, biraz daha esaslı olarak Millî Saraylar Müdürü Bay Sezai’de ve her halde ressam Sami Yetik’te malûmat vardır. Fakat ilkeller (primitifler) diye adlandırabileceğimiz bu ilk devreden ve zümreden esaslı olarak ayrıca bahsetmek gerektir. Biz asıl konumuz olan Şeker Ahmet Paşaya geçelim.
Daha başlangıçta, Şeker Ahmet Paşa ile iki arkadaşının Avrupa ile ilk sanat temasımızı elde edenler olduğunu söylemiştik. Bu her üç üstadın hayatı hakkında epeyce bilgimiz var. Bu bilgiyi, ressam Sami Yetik’in mesleğine karşı ilgi, ve eski, yeni meslekdaşlarına karşı kadirşinaslığına bir hayli borçlu olduğumuzu söylemek isterim. Güzel Sanatlar Birliği Resim Şubesi neşriyatından (Ressamlarımız) adlı ve birinci cildi geçen sene neşredilen eseri, işte bu bakımdan bir boşluğu doldurmaktadır. Nitekim, Şeker Ahmet Paşa hakkında şimdi vereceğim tarih malûmatını, bu eserden aldım.
Sami Yetik’in yazdığına göre: Şeker Ahmet Paşanın doğum tarihi 1841 dir. Yani, geçen yıl bu büyük sanatkârın 100 üncü doğum yılı idi. Ressamlarımızın, sanatseverlerin ve hiç değilse, Güzel Sanatlar Akademisi’nin bu yıl dönümünü anmalarını gönül isterdi. Bari, gelecek sene ressam Süleyman Seyid’in 100 üncü doğum yılını anmayı unutmasak.
Şeker Ahmet Paşa, 1862 yılında (21 yaşında) Mektebi Tıbbiye resim muallim muavini iken, Sultan Aziz tarafından Paris’e gönderilmiş. Sekiz sene burada kalmış ve resim tahsil etmiş. Dönüşünde, yüzbaşı rütbesiyle Tıbbiye Mektebi’ne resim muallimi olarak atanmış. Sonra, 1890 yılına kadar sırasiyle binbaşı, kaymakam, miralay, mirliva ve ferik olduğunu öğreniyoruz. Tedris vazifesi kolağalığına terfiine ve yaver mesleğine girinceye kadar sürüyor. 1892 de (51 yaşında) sarayın yabancı misafirler teşrifatçılığına atanıyor. Hem de, Sanayii Nefise Mektebi Jüri âzası oluyor. Ölümü 1907 de. İhtiyar sayılmıyacak bir yaş. Hele yaşta ve tecrübede kemalleşen bir sanatın adamı olarak. Mezarı Eyüp’te Sokollu Mehmet Paşa türbesi çevresinde imiş. Yalnız, Sami Yetik, (Medfun) diye yazıyor. Acaba mezarı belli mi?
Sami Yetik, Şeker Ahmet Paşa hakkında daha başka birçok malûmat vermektedir. Ancak bunlar arasında sanatkârın asıl sanat şahsiyetini belirteceklere raslamıyoruz. Daha çok, üstadın iç hayatını, mizacını, tabiatlarını gösteren malûmat...
Şeker Ahmet Paşa, Paris’te, sekiz sene, Boulanger ve Gerome atelyesinde çalışmış. Gene, Sami Yetik’in verdiği malûmatın dikkate değerlerinden biri amma, başka tafsilât yok. Sadece, üstadın Fransa’da çalışmış olduğu bir tablonun isminden bahsediliyor: Fontenblo’dan bir manzara. Ve arkasından şu satırlar okunuyor: (Gençlik mahsulü olan bu tablosiyle feriklik zamanına kadar meydana getirdiği eserler mukayese edilince ilk eserle son resimleri arasında bir şahikayla, derin uçurumlar mevcut olduğu görülebilir.) Bu cümleden çıkan anlam, şüphe yok ki, sonradan yaptığı resimlerin çok daha kuvvetli olduğu mânasınadır. Fakat bu cümleyi takibeden şu satırlar bizi şaşırtıyor:
(Paşa, zaten, bu gençlik mahsuliyle sonradan yaptığı resimler arasındaki farkı kendisi de hissettiği için ilk eserini gözünün önünden ayırmamıştır.) Tereddüdümüz uzun sürmüyor. (Ne yazık ki, Avrupa'dan avdetini müteakip yaptığı tablolar tedricen sönen heyecanın, üful eden kudretinin âdeta tarih numarasiyle sıralanmış birer hüzünlü mersiyelerini söylerler!) Hakikaten hüzün verici satırlar. Yalnız, bir nokta var: ressam Sami Yetik’in bahsettiği bu gençlik eserinin hangi eseri olduğunu bilmiyoruz.
Bu eser nerededir? Bu, acaba, Dolmabahçe Müzesinin birinci salonunda orman içinde bir karacayı gösteren eseri midir? Bu eser, şüphe yok, üstadın en kuvvetli eserlerinden biridir. Ancak diğer eserlerinin yanında mukayesesiz bir üstünlükte de değildir. Hem, zaten, müzede teşhir edilen bütün tuvalleri kuvvetleri itibariyle muayyen bir seviye göstermektedirler. Sami Yetik’in bu mütalâası ve hükmü ispatsız kalıyor sanırım. Asıl hazin olan nokta, bu Paris manzarasının elimizde olmamasıdır.
Şeker Ahmet Paşanın, Paris’te, Boulanger ve Gerome atelyelerinde sekiz sene içinde birçok resmi sırları, bilgileri edindiği muhakkaktır. Hattâ tuvallerinde gördüğümüz anlayışlı, temelli, sağlam ve usta çalışmayı orada elde etmiş olduğu şüphesizdir. Amma, kendisinin asıl sanatkâr şahsiyetinde, hattâ, aşırı bir deyimle millî şahsiyetinde bu iki orta kudretli ve Dekadan Fransız ressamının ne dereceye kadar rolü olmuştur? O zaman, Fransa’da, tarihî mevzular, hele eski Roma hayatına ait mevzular moda idi. Bu tarihî resimlerin gerçekle, tabiatla, hayatla ilgileri öyle azdı ki, ortaya erkan peyzajcılar ekolü karşısında bu ekol kolayca yıkılıvermişti. Şeker Ahmet Paşanın, atelyelerinde 8 sene çalıştığı iki ressam kolayca süpürülen bu sanat modasının iki zayıf şahsiyetiydi. Şeker Ahmet Paşa bu iki ressamın yolunu tutan bir talebe vaziyetinde olmamıştır. Eserlerinde o dekadanstan hiçbir iz yoktur. Hattâ kendisinde Zekâi Paşa ve Seyit Beyle birlikte öyle bir yerli hava, öyle bir millîlik vardır ki, bu kemale, bugün bilgi ve virtüözlük bakımından çok daha ilerde olan son nesil ressamlarımızın bile erememiş olduklarını itiraf etmek lâzımdır.
Şeker Ahmet Paşada daha ziyade Courbet’in havası ve tesiri görülebilir. Bilhassa Karacalı peyzaj açık surette bir Curbet havası taşımaktadır. Hafızadan yakaladığımız bu ihtimali Courbet’ye ait itinala basılmış renkli bir albümünden kuvvetlendirmiş bulunmaktayız. Ayrıca ressam Arif Kaptan, bize, Zekâi Paşadan naklen oğlunun, gerek Zekâi Paşanın gerekse Şeker Ahmet Paşanın Pariste bilhassa Courbet atelyesinde çalışmış olduklarını kendisine söylediğini bildirdi. Gerçekten bu iki kuvvetli ressamımızda ancak Courbet gibi halis bir ressamın izlerini bulmak mümkün olabilir. Nitekim biraz sonra gelen satırlar bu ressamların Courbet ile olan alâkalarını bize tekrar hatırlatacaktır.
Burada bir noktayı insan öyle merak ediyor ki: Şüphesiz Şeker Ahmet Paşa Paris’te müzeleri gezdi, eski eserleri ve üstatları tanıdı; sonra, bu Paris, o zaman dekadansını yaşamasına rağmen Roma mevzuları üzerinde ve tarih mevzularında peyzajdan ziyade figürlerle uğraşıyordu. Paşanın çalıştığı atelyelerde vücut ve figür resimleri yapmamış olması tasavvur edilemez. Rönesans portrelerine kayıtsız kalmasını akıl almaz. Neden bize kalmış olan eserleri arasında hiçbir portreye, hiçbir insan vücuduna raslanmıyor? Plâstik sanatların bu en beşerî kaynağında, Şeker Ahmet Paşa neler yaratmağa muktedirdi diye sormamak elde değil.
Bundan beş altı ay evvel bir gün İstanbul’da Kapalıçarşı’da dolaşıyordum. Bir antika mağazasında bazı resimler gördüm. Birtakım aşağılık tablolar. Sahibi, kendisinde Zekâi Paşaya ait iki tablo olduğunu, eğer arzu edersem ertesi gün getirip gösterebileceğini söyledi. Ertesi günü belli saatte mağazaya gittiğimde bir falez gösteren peyzajla (ki, altında Zekâi Kulları imzası vardı), bir de «uyuyan kadın» resmi gördüm. Hayretlerim içinde mal sahibi, bu eserin de Zekâi Paşaya ait olduğunu iddia etti. Fakat imzası yoktu. Ve resim ellerine doğru, daha bitirilmemişti. Antikacı, resmin Zekâi Paşanın son günlerine ait olduğunu söyledi. Tamamlıyamadan ölmüştü. Tablonun bir garp eserinden kopye edildiği açıkça görülüyordu. Olsun, Zekâi Paşa elinden çıkmış olması pekâlâ mümkündü. Nitekim, uyuyan bu yüz klâsiklere has bir titizlikle güzel, ince ve ustaca yapılmıştı; bunda çalışan fırçanın, hiç değilse, rasgele bir ele ait olmaması gerekirdi. Ertesi gün, ressam Léopold Lévy’den benimle beraber gelip eseri görmesini hassaten rica ettim. Üstat, gerek peyzajın ve gerekse uyuyan kadının Courbet’den kopye olduğunu emniyetle söyledi. Eğer peyzajın altındaki imza doğru idiyse figürün de Zekâi Paşanın ellerinden çıkmiş bir kopye olması büyük bir ihtimal dâhilindedir.
Kısaca, Şeker Ahmet Paşa başta olmak üzere, bu üç büyük üstadın kopye bile olsa insan vücuduna, figüre, portreye büsbütün yabancı kalmış olmaları mümkün değildir. İleride yapılacak araştırmalar meselâ Şeker Ahmet Paşanın Fontenblo tablosiyle beraber kim bilir bize neler bulduracak! Belki de bu üstatların yaptığı birtakım portreler ve figürler var ki, bilinmedik köşelerde her gün biraz daha tozlanıp gitmektedir.
Şeker Ahmet Paşanın, müzemizdeki eserleri peyzaj ve natürmort olmak üzere iki kısımdır, ve zannediyorumki, nihayet beş altı tuvalden ibarettir. Bunlardan, karaca ile merkepli peyzaj oldukça büyük tuvallerdir. Bütün eserlerinde her şeyden önce sıkı, uzun ve inatçı bir çalışmanın asilliği vardır. Kompozisyon bakımından fazla teferruata gidişi natürmortlarına biraz tezyini bir tavır verir. Peyzajlarında görülen renk pişkinliği ve derinleştirmeleri, natürmordunda yoktur. Bunlarda daha çok meyvaların kendi renklerini denkleştirmeye çalışan bir düşünüş ve çalışışı var. Bu itibarla derin ve ürpertici bir lokalden mahrumdurlar. Bununla beraber karpuz kırmızılarının tatlılık ve güzelliği insanı şiddetle çeker. Armutlarının şekil ve renklerinde ve renklerin nüanslariyle verilmeğe çalışılmış ışıklarında, üstat bir el çalışmıştır. Tabiatın tam bir kopyesi olmaktan uzak olmaları, onları kompozisyonlarının maniyerine ve renklerinin katılığına rağmen hisli kılmaktadır. Işıklarının güzel tevzi edilmiş olmasını da buna katabiliriz. Bununla beraber bu natürmortlar Seyit Beyin natürmortları kadar derin değildir. Onların yanında biraz kuru ve sathi kalmaktadır. Daha az mânalıdır ve daha az heyecan vericidir.
Peyzajlarına gelince: bunlar kanaatimizce o devrenin en güzel resimleri arasındadır. Bugün dahi bu peyzajlardaki plâstiğe ve ilkel güzelliğe erişmek her ressama nasip olmaz. Bilhassa bu tuvaller içinde «ormanda bir karaca» yı, «merkepli peyzaj» ı, ve bu nüshada renkli olarak basılan manzarayı zikretmek isterim. Çok teferruatlı bir şekilde küçücük yapraklarına kadar inceden inceye çalışılmış bu peyzajlarda her şeyden evvel nefîs bir lokal ahengi göze çarpar. Gerek karacada, gerekse merkepli peyzajda bir yeşil senfonisi çağlar. Zekâi Paşadaki klâsik perspektive karşı Şeker Ahmet Paşada tamamen enfüsi ve şahsi bir temaşa ve görüş vardır ve bu, onu çok kendine mahsus kılmaktadır. Formalarında ve perspektivde tamamen ilkel ve sâf olan bu tuvaller renklerinde bir derinlik, bir ustalık, bir bilgi ve ayni zamanda hassasiyet ve tazelik gösterirler. Şeker Ahmet Paşanın hele derecelenmeleri, nüansları ve temayülleriyle yeşili çok iyi anladığı, etüt ettiği ve şaşmadan tesbit ettiği görülür. Karaca tuvali bu bakımdan son noktaya ulaştırılmış eserlerinden biridir. İyi bir peyzaj ressamı olan Zekâi Paşa daha usta olsa da onda Şeker Ahmet Paşanın peyzajlarındaki safiyeti, iptidai ve duygulu güzelliği, mânalı tabiat tefsirini göremeyiz.
AHMET MUHİP DIRANAS
Taha Toros Arşivi, 001581236010

ŞİİRLERİ