ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLERLE DÜNYA GÖRÜŞÜ

Daimî’nin dizeleri çok güçlü ve derin anlamlar içerir. Onun dizelerindeki en belirgin yön Alevi-Bektaşi öğretisine verdiği katkıdır. Kendisi de bir “dede” olan ozanımız, tasavvuf ve Bâtınilik konusunda derin bilgilere sahip olduğu şiirlerindeki sözlerde, sözlerdeki vurgularda ve sözlerdeki ağırlığındadır. Ozanımızın en belirgin yönü Alevi-Bektaşi inancını ve felsefesini şiirlerinde çok yoğun ve etkili bir şekilde işlemesidir.

20. Yüzyılda Tasavvuf ve Batini içerikli şiir deyince akla ilke gelen Âşık Daimî’dir. Birçok insan ve bu konuyu irdeleyen, bu konuda kafa yoran birçok insan aynı kanıdadır. Daimî’nin toplumsal ve çağdaş içerikli şiirleri de bir hayli bulunmaktadır. Bu anlamda da çok zengin dizelerin sahibidir. Şiirlerinden örnekler sunarak ozanımızın bu yönlerini açıklamaya çalışacağım.

Mecnun’a mekandır, Leyla’nın dağı
Arif olan seçer, karayı ağı
Bağbansan bekleme, şol kuru bağı
Ağaç meyve vermez, dal olmayınca

Bu dizelerde; aşkın evrenselliğini anlatmıştır. Tasavvuf ancak aşkla açıklanabilir. Mecnun’un Leyla’ya olan aşkı, kendisindeki eksikliği gidermeye dönük bir eylemdir. Aşk, nesnenin ya da kişinin kendisindeki gizli enerjisini açığa vuruma biçimidir.

Aşık isen aşk badesin nuş eyle
Arif ol daima gönül hoş eyle
Her an enginlere dalıp coş eyle
Ummana varılmaz sel olmayınca

Âşık olan aşkının peşinden gider ve aşkıyla donanmak için kendini aşık olduğu nesneye yöneltir. Âşık, aşkının badesini içmek için savaşım verir. Aşkının kendisine sunduğu badeyi içmeye çalışır.

Dâimi bir şiirde şu dizeleri dile getirir.

Odur aranılan, odur görünen
Böyle görüntüye, şekle bürünen
Gah Eflatun, gahi Lokman görünen
Yaraya neşteri, bulandır insan

İnsan güvencedir, insan güvendir
İnsan sevilendir, insan sevendir
İnsan tabiattır, insan evrendir
Kendine varlığı, bilendir insan

DÅİMİ diyor ki hakla kendini
Riyadan ari kıl pakla kendini
İlmin gözü ile yokla kendini
Kendinden kendine gelendir insan.

Bu dizeler tasavvufa çok güzel bir önektir. Bu dizelerde Dâimi’nin tasavvuf konusunda ne kadar engin bilgiye egemen olduğunu görmekteyiz.

Tasavvufun en temel görüşü olan “varlık birliği” ilkesi bu şiirde işlenmiştir.

Alevilik-Bektaşilik öğretisine göre “can” ölmez. Beden ölür. Beden “can”ın görünüş alanına çıkmak için kullandığı bir araçtır. Gerçek olan, kalıcı olan “can”dır. Can dediğimiz şey özünde varlığa devinim veren hareket ettirici enerjidir. Ölen kişinin “can”ı özüyle birleşir, geldiği kaynağa döner. Ama orada durmaz, tekrar bir beden içinde kendini dışa vurur. Bazen ot olur, bazen bulut, bazen Eflatun, bazen Lokman…buna Alevilikte “çevrim” yada “devriye” inancı denir.

İşte aşamalı olarak,gelişli-gidişli veya inişli- çıkışlı bu dönüşüme devriye denir. Alevilikteki devriye inancı; evrenin sonsuzluğunu simgeler. Evrendeki nesneler yaratılmamıştır. Özünde her nesne bir başka nesnenin kendisini, başkalaştırmasından, başka şeye dönüşmesinden oluşmaktadır. Âşık Dâimi yukarıda ki dizelerde “gah Eflatun, gahi Lokman” göründüm derken “devriye” inancını oraya koyuyor. Ölen birisinin tini bütünsel tine karışır. Doğa bu bütünselin içindeki tini (enerjiyi) belirli bir biçimde yeniden açığa çıkararak onu görüntü alanına taşır. Görüntü alanına taşınan tin, ya bir hayvan, ya bir bitki, ya bir insan… vb. olarak evrende ki yerini alır. Tin aşama bakımından hangi gövdeye ilişkinse, o bedene girer.

Şimdi Dâimi’nin şu dizelerine bakalım.

Okudum ayeti, yarin veçhinde
Gevher vardır aşıkların göçünde
Varıp nadan ile, bir cem içinde
Oturmaksa , oturmamak pek ala

Bu dizelerde; Alevi-Bektaşi felsefesinin özü olan; Tanrı'yı insanda görme, öğretisini açıkça görmekteyiz. Ozan ilk dizede; yarin yüzüne, evrensel tüm gerçeğin yansıdığını, ayetlerin bize söylemek istediği gerçeklerin özünün insanın yüzünde mevcut bulunduğunu belirtiyor. Ozana göre İnsan yüzünün, biçimi, insanı Tanrı gerçeğiyle buluşturuyor. Hurufilikte aritmetik sayılarla gerçeğe ulaşma yöntemi ozanın dizelerine yansımış bulunmaktadır. Hurufiliğe göre tek gerçek sestir. Seste harflerden oluşmuştur. Harfler ise belirli bir sayıyı gerektirir. Ses insanın başının içinde bulanan dilin bir özelliğidir.

Tanrı dediğimiz o gizli nokta
Gerçek ariflere ayan görünür
Dost muhabbetini bilmeyen softa
Özü cahil kendi hayvan görünür

Daimî, yukarıda ki dizelerde Tanrı’yı gizli nokta olarak görmekte ve bu görüşüyle Batini anlamda Tanrı kavramını dile getirmektedir. Bâtıniliğe göre “Tanrı” şeylerde açığa çıkmamış olan “gizil nesnelliktir”. Gizil nesnelliği ancak arif olanlar, aydınlanmış olanlar açığa çıkarabilirler. Muhabbet, insanın bir başkasına gösterdiği içten bağlılık ve sevgidir. Ozan, böbürlenen, kendisini beğenen ve kendisinde üstünlük gören “softayı” bilinçsiz ve insani yönü gelişmemiş birisi olarak görmektedir. Dostça sohbet etmeyen, dostlarına sevgi beslemeyen, insanlara gerekli olan değeri göstermeyen birisi insani değerlerle yüklenmemiş bir kişiliği sergilerler. Bu tür insanlar hiçbir zaman insanlığa hizmet sunmazlar. Dünyayı çekilmez kılarlar.

Bulduk Hak cevherin öz kanımızdan
Kesmeyiz zikrini dillerimizden
Bir himmet diledik bağbanımızdan
Bülbül olup gülistana gelince

Ozan, Tanrısal gerçeği, insanın özünde bulduğunu, damarlarda dolaşan kanın da tanrısal gerçekliği yansıttığını belirtmektedir. Tanrısal özü çok uzak yerlerde aramaya gerek yoktur diyen ozan; bu gerçeğe ulaşan bilincin bu gerçeği söylemekten çekinmeyeceğini ve bu gerçeği her zaman dile getireceğini söylemektedir. Ozan, doğanın bütününde Tanrısal gerçekliği yanıtsan verileri bulabileceğimizi vurgulamıştır.

Daimî, evrensel gerçekliğe ulaştığını ve kendisinin bu olgunluğa eriştiğini; doğal bahçeden gerekli gıdayı (bilgiyi) aldığını ve ulaştığı bu bilgileri de bülbül gibi yansıtmaya çalıştığını belirtmektedir. Doğa, görebilenler ve algılayanlar için sonsuz bir bahçedir. Bu bahçenin besininden yararlanabilen, bu bahçenin bilgisine erişebilen kişi aydınlanmış ve gerçeği kavramış kişidir. Daimî de bu kişilerden birisidir. Onun dili felsefi bir dildir. O, bilinci aydınlanmış ve gönül gözü açılmış bir velidir. Bu dizeler onun kanıtıdır.

Ol bezmi kudrette kandilde nurda
Kırkların cemini kurduk orada
Hakk’ı ayan gördük cemali Pir’de
Sırrı hakikate erdik orada

Ozan, Kırklar Cemi’ne gönderme yaparak o meclisin ulular tarafından oluşturulan bir topluluk olduğunu söyleyerek; bu ulu insanların bira araya gelerek oluşturdukları aydınlığın insanlığa ışık saçtığını ve bu toplulukta varoluşun gerçekliğinin yansıtıldığını belirtmektedir. Kırklar Meclisi; özünde 40’ın bir, birin de kırkta oluşmasını tasarımlayan ve insanın oluşumunu anlatan gizil bir anlatımdır. İnsanın anne karnında kırk günde oluştuğunu, bedenleştiğini bilen bilgeler bunu bir imgesel bir tasarımla bilince çıkarmaya çalışmışlar ve “Kırklar meclisi” tasarımıyla bu gerçeği yansıtmaya çalışmışlardır. Kırklar cemi imgesel bir tasarımdır. Varoluşun gizini açıklamaya ve bütünün bir, birin de bütün olduğunu vurgulamaya çalışan bir söylemdir.

Bilgeler, soyutun somuta taşınmasını, evrensel olanın parçayla bağıntısını, parçanın bütünden geldiğini bilinçlere taşımayı amaç edinmişlerdir. Bu söylemde eşitlik, paylaşım, kardeşlik, dostluk, sevgi… v.s. gibi insani değerler de bir bütünlük içinde verilmeye çalışılmıştır. Ozan, yukarıdaki dizelerde bu gerçekliği vurgulayarak; varoluşun gerçeğini “Kırklar Cemi’nde gördüğünü; gizemsel gerçeğin o toplantıda çözüldüğünü ve kendisinin de “sırrı hakikate (gizli gerçeğe) erdiğini belirtmektedir. Ozan, gerçeğin ulu insanların yüzünde bulunduğunu, Velilerin, Pirlerin yüzünde ve görüşlerinde tüm gerçekliğin bulunduğunu vurgulamıştır. İnsan tüm gerçeği yansıtan “küçük evren”dir. Yeter ki onu doğru anlayalım.

Coştu gönül dost cemalin özledim
Avcı olup izlerini izledim
Suretimi cahillerden gizledim
Var mekândan Lâmekâna gelince

Ozan, dost yüzünü özledim derken; aslında Tanrı’yı yansıtan dost yüzlerden söz etmektedir. Alevi- Bektaşi öğretisinde olgun insan Tanrı'nın niteliklerini özünde taşıyan insandır. Olgun insanın yüzü, Tanrının yüzüdür. Daimî, dost yüzünü, olgun insanı gördüğünde coştuğunu belirterek; kendisinin böylesi insanların yolunu izlediğini; onların görüş ve düşüncelerinden yararlandığını; onların yaptıklarını örnek aldığını açıklamaktadır. Ozan, olgun ve gerçeği çözümlemiş olan insanları cahillerin anlayamayacağını belirterek; görüş ve düşüncelerini, gerçeği yansıtan söylemlerini onlardan gizlediğini söylemektedir.

Ozan, var olan, görünen, duyulan, kavranılan, elle tutulup dokunulan varlığın dışına çıkıldığında; gizil nesnel alana girildiğinde (açığa çıkmamış, mekân, yer edinmemiş) her şeyi konuşamadığını, bildiklerini açıkça dillendiremediğini söylemektedir. Çünkü cahil insan ancak “somut” olanı kavrayabilir. Gizil nesnelliği bilince taşıyamaz. İmgesel olanı kavrayamaz. Varoluşun özünü bilinçte tasarlayamaz. Bundan dolayı da gerçeği dile getiren insanları anlayamaz ve olumsuz davranışlar içine girebilir. Ozan bundan dolayı da her bildiğini açıklayamayacağını söylemektedir.

Bilir misin? Nedir Sureti Ahsen
Kuran’ı natıktır bu cümle âlem
Özge yerde Hakkı bulamazsın sen
Gardaş özün mürşidine badeyle

Sureti, görüntüsü güzel olanı bilir misin? Olgun, kâmil ve benliğini aşmış insan tüm güzellikleri özünde barındırır. Böylesi bir insan konuşan Kuran’dır. Alevi-Bektaşi öğretisinde insan konuşan Kuran’dır. İnsan her şeyin belirleyeni, her şeyin ölçüsüdür. İnsan dışında gerçeğe ulaşan, sorgulayan, araştıran, bulan ve planlı olarak değiştiren bir başka varlık yoktur. Aslında tüm doğa konuşur.

Her şeyin bir dili vardır. Her şey Tanrı’nın bir belirtisi, Tanrı’nın görüntüsü ve Tanrı’nın dilidir. Yeter ki bu dili anlayan bilinç olsun. Ozanımızın da dediği gibi bu bilince ulaşamayan, aydınlığa erişemeyen, evrensel bütünlüğü göremeyen, doğanın dilini okuyamayan insan gerçeğe ulaşamaz. İnsan ancak özünü aydınlatır, bilincine gerekli besini yükler ve gerekli bilgiyle donanırsa gerçeği görebilir. Bunun içinde insanın bir mürşidin, bir Pir’in, bir bilenin yanında kendini eğitmesi, tinsel gıdasını alması gerekmektedir. Ozanımız bu gerçeği dile getirmektedir.

Gel ey sofu şu devri âlem içinde devrana bak
Hakk’ı arama uzakta yakınında insan bak

Ozan, kaba sofuya seslenerek, evrenin değişiminin, sürekliliğinin, dönüşümünün farkına varmasını istemektedir. Evrende hep aynı kalan, değişmeyen, dönüşmeyen ve durağan hiçbir şey bulunmamaktadır. Oysa ham sofuya göre evren değişmemekte, her şey olduğu gibi durmaktadır. Softaya göre bir şey nasıl var olduysa öylece durmakta ve değişmemektedir. Oysa evrenin en temel yasası “değişimdir”. Ozanımız bunu dile getirmektedir.

Ozana göre Tanrıyı uzakta aramaya gerek yoktur. Doğanın tümü Tanrı'nın belirtisini vermekte ve insan Tanrı'ya en yakın varlık olarak durmakta ve sofu bu gerçeği görememektedir. Ozan, sofuya “çevrene ve insana bak” Tanrı’yı görürsün diyor. Bu görüşüyle Tasavvufun çok temel görüşü olan ,Tanrı+Evren+İnsan birlikteliğini vurgulamaktadır. İnsan küçük bir evren olarak, tüm evreni yansıtmakta ve tüm evreni özünde barındırmaktadır. Onun için insanın gerçekliğine ulaşan bir bilinç onu Tanrı’yla ayrıştırmaz.

Şeriat diyorsun, şer’i attın mı?
Tarikat diyorsun teri kattın mı?
Marifette bir mürşide yettin mi?
Hakikatte inci mercan isterler

Daimî, yukarıda ki dizelerde Alevi-Bektaşiliğin en temel görüşü olan ve insanı hamlıktan olgunluğa taşıyacak olan dört kapıdan söz ederek; bu dört kapının anlamlarını açıklamaktadır. Alevi tasavvufunda dört kapıdan birincisi Şeriat kapısıdır. Şeriat bir anlamıyla var olan gerçekliktir. Diğer bir anlamı ise insanın özünde ki kötülüğü atması ve kendisini arındırmasıdır. Ozan, içinde ki şer’i (kötülüğü) atamayan kişi tarikat kapısına giremez diyor.

Tarikat kapısı ikinci kapıdır. Tarikat kapısı, bilgilerinin (Aleviliğin) öğretilmeye başlandığı kapıdır. Bu yola giren kişi çalışarak, çaba göstererek, üreterek kendisini yetiştirmeli ve kendini aşmalıdır. Bu kapıdan giren kişi hamlıktan kurtulur. Ayrıca Alevi-Bektaşi öğretisinde ter dökmeyen, emek harcamayana, çalışmayan, üretmeyen insan bu yola giremez. Böylesi bir insana bu yolda yer verilmez. Onun için tarikat aşamasında insan üretmeyi ve çalışmayı da öğrenir.

Marifet aşaması üçüncü kapıdır. Bu kapıda kişi özünü pişirmiştir. Artık olgunlaşmış ve Mürşit’le görüşebilecek, konuşabilecek ve yolun sırrını alabilecek konuma gelmiştir. Bu kapıda kişi becerisini, ustalığını, bilincini ortaya koyar. Kişi bu aşamada çevresine “ışık” saçacak bir konuma gelmiştir.

Hakikat aşaması dördüncü kapıdır. Bu kapıda kişi artık kendisini aşmış ve tüm gerçekliğe erişmiştir. Kişi artık tüm cevherini, olgunluğunu gösterecek aşamaya gelmiş ve Mürşit konumuna gelmiştir. Onun gönül gözü ve bilinci açılmıştır. Bu konumda ki insan varoluşun gizine erişmiş ve bütünselliğin fakına varmış, birde bütünü, bütünü de birde görebilecek bilgiye ulaşmıştır. Bilincinde her şey tüm gerçekliğiyle, bütün çıplaklığıyla ortadadır. Ozan da bu oluşumu anlatmaktadır.

O Sultandır ben olmuşum gedası
İnayet kıl âlemlerin Huda’sı
Ene-l Hak’tır dilimizin sedası
Mansur’un darına durdum bu sabah

Daimî, Alevi-Bektaşi önderlerinin sevdalısı olduğunu belirtmektedir. Hacı Bektaş-i Veli’nin mürşit ve sultan olduğunu söylemektedir. Sultan, Alevi öğretisinde bu yolun en üst aşamasında ki ulu kişiye, aydınlanmış önder insana verilen bir sıfattır. Ozan da bu sıfatı yol önderleri için kullanmakta ve bu önderlerin sevdalısı olduğunu vurgulamaktadır. Ozan, Tanrıdan tüm dünyaya iyilik ve güzellik vermesini dilemektedir. Daimî, “Enel-Hak söyler dilimiz” derken; insanın tanrıda, tanrının ise insanda mevcut olduğunu; tüm doğanın bir bütünlük içinde bulunduğunu söylemektedir.

Batini öğretide, her şey, her şeyin içindedir. Birbirinden bağımsız, birbirinden ilintisiz hiçbir şey bulunmamaktadır. Bu anlamda her şey her şeydedir. Bu her şeyin toplamı aynı zamanda tanrının belirtisidir. Evrende Tanrı'yı yansıtmayan hiçbir şey yoktur. Her şey Tanrı'nın farklı şekillerde görüntüleridir. Bu gerçekleri dile getiren ve açıkça söyleyen Hallac-ı Mansur’un başı uçurulmuştur. Daimî’de bu olguya kinaye yaparak Mansur gibi gerçekleri dile getirdiğini ve gerçekleri söylemekten kaçınmadığını belirtmektedir.

DAİMİ’YİM gitti dostların göçü
Elem ile doldu gönlümün içi
Hallac-ı Mansur’un ne idi suçu
Enek Hak diyenler dara dolaştı

Daimî, dostlardan ayrılmanın insana yalnızlık duygusu yarattığını; bu duygunun da insanda acı, keder ve üzüntü oluşturduğunu anlatmaktadır. Gerçekten de insan toplumsal bir varlıktır. Ama insanın insanlaşması tek başına yeterli değildir. Bir insanın “insani değerlere” sahip olması o insanı diğerlerinden farklılaştırır. Çevresine güven veren, paylaşmasını ve sevmesini bilen ve başkalarına yardım etmesini bilen …b.g insanlar dost insanlardır. Arkadaş edinmesini bilen, arkadaşının sorunlarını kendi sorunu olarak gören ve zor anlarda yardım eden insan gerçek dosttur. Böylesi dostların olduğu bir ortamda kişi yalnızlığını unutur ve yaşama daha severek sarılır. Ama dostlarını yitiren, dostlarından uzak kalan bir insan, büyük insan yığınları içinde yalnızdır. İşte bu yalnızlık insana acı verir. Kişiyi güvensiz kılar ve toplumdan uzaklaştırır.

Ozan dizelerinde bu gerçekleri dillendirmektedir. Ozan, Hallac-ı Mansur’un asılmasını, kafasını uçurulmasını sorgulamakta ve “Enel-Hak” diyen Mansur’un asılmasını anımsatmaktadır. Mansur’un “Enel-Hak (ben Tanrı'yım, Tanrı bende)” demekten başka bir suçunun olmadığını oysa evrensel gerçeğin Mansur’un sözlerini doğruladığını söylemektedir. Madem ki her şey Tanrı'nın bir belirtisidir. Her şey Tanrısaldır. O halde insan da, (Mansur’da) Tanrı’yı yansıtandır. Bu sözün neresi yanlıştır?... Ama bunu söyleyenlerin dar’a (asılarak öldürülme) çekildiğini ve bu nedenle öldürüldüğünü hatırlatmaktadır.

DAİMİ özümü Mansur eyledim
Küfrü delaletten menfur eyledim
Gönül sarayını mamur eyledim
Kadem mehman ettik serverimizi

Ozan, yukarıda ki dizelerde Hallac-ı Mansur’un (857-922) görüş ve düşüncelerini özüne kattığını açıklamaktadır. Mansur, Alevi-Bektaşi tasavvufunun temel bilgelerinden birisidir. Alevi-Bektaşi tasavvufuna göre ise Tanrı, evrenin görüntüsü veya yansımasıdır. Doğada bulunan her şey Tanrı'nın görüntüsünden başka bir şey değildir. Bu öğretide, yaratan ve yaratılan yoktur. Her şey var olandan (Tanrı'dan) taşarak, fışkırarak açığa çıkmış ve gizil konumdayken açığa çıkmıştır. Tanrı “gizil nesne” konumda ki görünemez ve algılanmaz konumda bulunan ve aslında sürekli var olan “gizli doğadan” başka bir şey değildir. Mademki her şey Tanrı'dan açığa çıkmıştır. O halde insan da Tanrı'nın açığa çıkmış görüntüsünden başka bir şey olamaz.

Hallac-ı Mansur, bu görüşlerini açıkça dile getirdi. Mansur’a göre Tanrı ve insan birbirlerinin aynısıdır. İnsan; Tanrı ve doğayı kendi özünde taşır. Mansur’a göre “çokluk” aldatıcıdır. Her şey “bir”den çıkmıştır. Yine “bir”e dönecektir. Bu anlamda gerçek olan “bir”dir. Ölüm yok oluş değildir. Her ölüm başka bir şeyin doğumudur. Bu anlamda “ölümden” korkmaya gerek yoktur. İnsan ölünce “Hak”la buluşur. Ölüm, değişim ve dönüşümden başka bir şey değildir. Mansur, bunları söylediği ve kendisini Tanrı'yla özdeş gördüğü için ham sofular tarafından korkusuzca öldürüldü. Ozanımız da bu görüşlerin aynısını savunduğunu belirtmekte ve kötü ve kırıcı sözleri delil olarak gördüğünü ve bu olguyu iğrençle karşıladığını anlatmaktadır. Ozan, gönül gözünü onadığını, kötülükten arındığını ve bilgiyle donandığını söyleyerek, bu olgunluğa ve bilgiye adım adım ulaştığını ve özünü gerekli olan bilgilerle donattığını açıklamaktadır.

Ozanın sözünü ettiği “gönül gözü” insandaki Tanrısal alanı tanımlar. İnsanın tinsel (ruhsal) yönünü belirleyen, iyiliği, güzelliği, dostluğu, barışı, sevgiyi, aşkı, nefreti, kötülüğü… vs. gibi tüm duyguların yansıtıldığı “gizil alandır.” Tanrı'ya açılan kapıdır. Tanrının evidir gönül. Tanrı gönül alanında bedenleşir ve açığa çıkar. Gönül en büyük Kâbe’dir. İyilik ve kötülük insan gönlüne yapılan davranışlarla anlam kazanır. İyilik yapan gönül kazanır; kötülük yapan gönlü kırar. Bundan dolayı insan gönlünü kazanmak çok daha önemlidir. Gönül soyut bir alandır. İnsan ancak sezgi güzüyle gönül hanesine ulaşır ve o gizil alanı keşfeder. Ozanımız bu gerçekleri dile getirmektedir.

Yüceli gönlümü sakin eyledi
Güruhu Naci’ye yakın eyledi
Pirim kulağıma telkin eyledi
Ezazil libasın soydum vallahi

Ozan, Hacı-Bektaş-i Veli’den söz ederek; onun büyüklüğü, görüş ve düşünceleri kendisini olgunlaştırdığını, onun sunduğu değerlerle gönlünü rahatlattığını; gönül gözünün açıldığını ve “Güruhu Naci”ye yani kurtarılmış, Hakk’ın gerçeğine ulaşmış topluklar içinde yer aldığını ve gerçeğin farkına vardığını söylemektedir. Ozan; Pirinin (Hacı Bektaşi Veli) kendisine görüşlerini aktardığını mecazi (değişmeceli) bir şekilde anlatmaktadır. Ozan, her şeyi sorgulayan, verilenle yetinmeyen ve sürekli araştıran bir insan olarak “Ezazil" (şeytan) gibi davranan ve insanlığı bozmaya çalışanların; Hacı Bektaşi Veli’nin görüşlerini, düşüncelerini tehlikeli bulanların maskesini düşürdüğünü anlatmaktadır.

DAİMİ’YİM ermişlerin ereği
Cümle varlık tabiatın gereği
Bir ölmez ananın oldum bebeği
Aldı dizlerine oturdu beni

Daimî; bilgelerin, velilerin, mürşitlerin ereği, yani en büyük isteği gerçeğe ulaşmak ve ulaşılan gerçeği insanlara aktarmak olmalıdır diyor. Alevi-Bektaşi bilgeleri, tüm doğayı, tüm varlığı bir bütünlük içinde görmüşler; Tanrı+evren+insan birlikteliğini savunmuşlardır. Alevi tasavvufunda “can” ölmez. Doğaya hareket sağlayan enerjidir. Enerji hareket ettirici güçtür. Can, bedene girerek kendisini açığa çıkaran, insana hareket sağlayan ve dirilik kazandıran enerjidir. Can, gizil nesnel konumdaki diriliğin insan bedeninde açığa çıkması, beden bulmasıdır.

Ana ise temel olan, var edici konumda bulunan, doğurgan, açığa çıkaran ve olanaklı kılan anlamındadır. Kişi yalnızca biyolojik olarak doğmaz. Aynı zamanda düşünsel anlamda da kendisine bir şey katarak sürekli doğar. Kişinin kendisini düşünsel anlamda yenilemesi, olanla yetinmeyip var olanın üzerine bir şeyler katıp besinini arttırması ve aldığı bu düşünsel besini başkasına yansıtması da bir doğuştur. Ozanın sözünü ettiği bu olgudur.

Her kişi âşık olamaz
Pir dolsun içmeyince
Arasa didar bulamaz
Külli vardan geçmeyince

Ozan, yukarıdaki dizelerde “aşkı” anlatmaktadır. Aşk, ulaşılamayana duyulan sonsuz birleşme isteğidir. Tanrı, ulaşılması en zor olan bir konumdadır. İnsan Tanrı'ya ancak gönül gözüyle, sezgiyle ve bilinçle kavrayabilir. Ama Tanrı'ya ulaşmak onu bedeninde duyumsamak, bilinçle onu kavrayabilmek hiç te kolay değildir. Bunun için gerekli tinsel besini almak gerekmektedir. Bu da ancak Mürşit’lerden, Pir’lerden, ululardan alınabilir. Bir kişi eğer yeterli bir bilince, gerekli olan tinsel gıdaya, kendisine yeterli olacak olan bilgiye sahip değilse, o kişi didarını göremez. Didar, yüzünde Tanrının güzelliğini yansıtır. Önemli olan kişi baktığı kişinin yüzünde onu görebilsin. Bu da ancak insanın kendisini eğitmesiyle söz konusu olur.

Ozan, bu durumu açıkça dile getirerek, bütünselliği veya varoluşun tümlüğünü görebilen insanlar ancak bunu başarabilirler yani Tanrı'yı insanın yüzünde görebilirler. Çünkü Tanrı, var olanların dışında değildir. İnsan da var olanların en üst aşamasında bulunan varlıktır. O halde Tanrı insanda da mevcuttur. Bunu bilen biri, insanın yüzünde Tanrı'nın sıfatlarını (iyilik, güzellik, yardım, sevgi… v.s.) görebilir. Yeter ki bunun bilincine erişebilsin.

Katre olup enginlere çağlanan
Pervaneler gibi nara dağlana
Evladı Ali’ye candan bağlanan
Kullar feryat eder matem ayında.

SÜLEYMAN ZAMAN
Aşık Daimî'nin ölümünün 32.Yılı anma etkinliği konuşması,
Datça Bülent Ecevit Kültür Merkezi, 17 Nisan 2015

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI