ATATÜRK VE ŞİİR

10 kasıma yetiştirmeyi istediğim ve "Benden İçeri" adını vermeyi düşündüğüm kitabımın "Atatürk” bölümü ile uğraşırken Kurum'un mektubu geldi: "Atatürk ve Şiir" konulu bir yazı isteniyordu; Türk Dili'nin kasım sayısına yetişebilmesi için hemen kaleme sarılmalı idim.

Kaç gündür bu havanın içindeydim. Çankaya gecelerinde ünlü ve ateşli dizelerin, donanma fişekleri gibi son yıldızlar parıldamaz olana değin sofrayı aydınlattığı mutlu saatleri anıp duruyordum.

Halk devletini kurup, devlet dilini halk diliyle kaynaştırmayı; yasa ve okul dilini halk çocuklarının anlayabilecekleri, doğru söyleyebilecekleri bir yerliliğe ve duruluğa kavuşturmayı amaç edinene değin Mustafa Kemal, konuşmalarını dizelerle süslemeyi, düşüncelerini "manzum” özlü sözlerle mühürlemeyi pek severdi. Kurtuluş Savaşı yıllarının Mustafa Kemal'inin ağzından çok kez Namık Kemal'ler ve Tevfik Fikret'ler konuşurdu. Büyük Nutuk'un nice yerlerinde mitralyozdan boşanır gibi birbirini kovalayan yaylım ateş bileşimler hep dinleyenlere Namık Kemal'i hatırlatırdı.

Yurdun ve ulusun en dara düştüğü günlerden birinde en güvenli ve hınçlı haykırışını bir çift dizeye emanet etmiş ve böylece, irikıyım sözleri yüzünden anıldığı kadar da küçümsenen bir şairimizi birden meşhur edivermiştir.

Ölmez bu vatan, farz-ı muhâl, ölse de hattâ
Çekmez kürenin sırtı bu tâbut-ı cesimi!

Yunan ordusunun Ankara'ya yaklaştığı kara günlerden birinde, seçim bölgesi Bursa'nın düşman ayakları altında çiğnenip durduğunu gören ve neredeyse kurtuluştan umudunu kesen bir milletvekili, Büyük Millet Meclisinden ağlamaklı bir sesle Namık Kemal'in Vatan Mersiyesi'nden iki dizeyi, bu ağıtın en dokunaklı satırlarını, bir sözcüğünü değiştirerek, dövünürcesine tekrarlamıştı:

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini

Aruzu, neredeyse Namık Kemal'den daha iyi kullanmasını biliyormuşçasına; Mustafa Kemal, kürsüye fırlamış ve halkın "iman tahtası" dediği göğüs kemiğini döve döve şöyle haykırmıştı:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini!

Daha çok önceden adını Mustafa Kemal'in koyduğu "Hareket Ordusu”nun Selanik-İstanbul yolları boyunca diline pelesenk ettiği sözler, içip durduğu anıtlar hep Namık Kemal'in ve Tevfik Fikret'in dizeleriydi.

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten!

İskender'den sonra ikinci ve en büyük Makedonya'lı Mustafa Kemal'in daha oralardayken Tevfik Fikret'in gizlice yazıp gönderdiği dizelerini arık ve inanlı sesiyle besteye yakın bir "inşat"la okuduğunu Nuri Conker'den öğrenmiş tim:

Millet yoludur, Hak yoludur tuttuğumuz yol
Ey hak yaşa, ey sevgili millet yaşa var ol!

Keyifli zamanlarında Ruşen Eşref Ünaydın'a Fuzuli'den şiirler okumasını söyler, o unutmuş ya da başka beyitlerini yinelemekle yetinmiş görünürse "Gerçi canandan" diye fısıldayarak ünlü bir gazelinin içli bir beytini anımsatıverirdi; bu beyit engin, tedirgin, kanmaz ruhunun bütün aranışını, bütün çırpınışını, her zaman daha iyiye, daha güzele özlemini dile getirir gibiydi:

Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir

Bir bahar gecesi, sofrasında, doldurttuğu kadehi kesin perhizi yüzünden içemeyen bir arkadaşına Nedim'in iki dizesini, gülümseyerek fısıldayıvermişti:

Gül mevsiminde tövbe-i meyden benim gibi
Zannım budur ki sen de peşimansın ey gönül

Yurt işlerinin az-çok düzenle gittiğine inanıp içinin açıldığı günler olursa; konuyu şiire ve musikiye dökerdi de Rumeli türkülerinden Divan gazellerine değin her çeşit şiirle sofra şenlenirdi. Yine böyle bir gecede konuklarını hoş bir sınava çekmek istemiş ve hepimize birer birer sormuştu:

— Şair kime derler?

Herkes, her zaman olduğu gibi, onun önünde, işi ağırbaşlılıkla ele alarak önemli karşılıklar vermiş, kendi usunca uygun tanımlar bulmuştu:

— Gönlünden kopan duyguları uyumlu bir dille anlatabilen kimse.

— Uyanıkken düzgün sayıklamasını bilen adam!

— Nesre musiki katabilen dil sihirbazı.

Hiç birini tam beğenememiş; şiirle hiç ilgisi, şiir konusunda hemen hemen hiç bilgisi olmayan birine de soruyu yöneltmişti:

— Şair kime derler?

— Şiir yazana şair derler, efendim!

Aferin'i yapıştırmıştı. Gülüşmeler durunca da "En iyi tanım seninki ama bir yanlışın var; şiir yazılmaz, söylenir" demişti. Hemen anımsamıştım ki, bir şiiri üzerinde yıllarca uğraştığı bilinen Yahya Kemal, gönlü olduğu zaman, hiç kimse istemeden "Bir şiir söyledim; beğenecek misiniz" diye okumaya geçerdi...

Yine bir gece, bir-ikimize şiir okutmuş, beğenmiş, hoşlanmış, coşmuştu. Arada bir "manzume” karalayan bir milletvekilinin de şiir okumayı istediği durumundan belli oluyordu. Atatürk onun da gönlü olsun diye düşünmüş olacak ki:

— Siz de arada bir şiirle uğraşırsınız, yeni bir şeyiniz varsa okuyun bakalım, dedi. Adamcağız inişli çıkışlı, iniltili gıcırtılı bir sesle okumağa başladı; içinde "aslan, bozkurt, alageyik” gibi hayvan adları geçip duruyordu. Atatürk dayanamadı;

"Bu şiirden ziyade hayvanat bahçesi listesine benziyor" diye mırıldanmaktan kendini alamadı ve yüksek sesle "İnsanları insanlara benzetmeli; bırakmalı bu hayvan benzetilerini!” diye kanısını açıkça belli etti.

Türk ulusunun eski, ulu ve yaratıcı bir ulus olduğunu belirtmek için ortaya koyduğu tarih tezini yaymak ve benimsetmek için şiir'in en etkili yol olduğunu bilen Atatürk, "Akın” adlı destanı yazması İçin Faruk Nafiz Çamlıbel'i coşturup çalıştırmasını bilmişti. Bu başarılı yapıt üzerinde günlerce uğraşmış, bazı parçalarını şairinin ağzından tadarak dinlemişti.

Onuncu Yıl marşını da güftesi ve bestesi ile her zaman aklında tutmuştu. Bayram yakını, yollarda otomobilini durduruyor, "Onuncu Yıl marşını öğrendiniz mi diye okuldaki oğlunun ödevini yoklayan baba gibi soruyordu. "Sesim söylememe elverişli değil" diyenlere sözlerini yineletiyor, şaşırırlarsa hemen düzeltiyordu. Hele "On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” dizesini pek beğendiğini belli ediyordu.

Onuncu Yıl söylevinin güzel sanatlardan söz açan parçasında, Türk ulusunun uygarlığına, içliliğine, olgunluğuna en belli başlı belgelerden birinin de eski destanları olduğuna işaret etmiş oluyordu.

Atatürk halk şiirlerini de çok severdi. Türkülerdeki gönülden kopma söyleyişe hiç bir büyük kent şiirinin ulaşamadığım kaç kez belirtmişti. Bütün Rumeli ve Tuna boyu türkülerini ezberden bilirdi. Sözlerinde yanlışlık yapan okuyucular olursa hemen düzeltirdi. Bir gece, bir çobanın yazıp gönderdiği bir deyişin ilk üç satırını hep birden ezberlemiştik:

Arık toprağa yaslanı yaslanı
Sığır güderken yazdım ben bu destanı
Nasıl methetmeyeyim ben o arslanı

Türk şiirinde Atatürk konusuna gelince: Eski şiirimizdeki çoğu zaman çiğ bir abartmacıllktan ve hararetli bir dalkavukluktan öteye geçmeyen kasidelerin, edebiyatımızın yüzünü kızartan övgü içtensizliği, Atatürk'e yazılan şiirlerle kapanmış, silinip gitmiş; böylelikle Atatürk şiirin ve şairin onurunu da dolayısıyla kurtarmıştır. Atatürk'e yazılan şiirlerin hemen hepsi hem gönülden kopan hem vicdanca ve usca hak verilen övgüler olduğu için sevilmiş ve tutulmuşlardır.

Türk şiirinde Mustafa Kemal bir "cisim” olmaktan çıkıp bir "fikir” olmaya yönelmiş ve gitgide bu da kuru bir düşünce olmaktan çıkıp bir ülkü yüceliği ve alımlılığı kazanmıştır. Şimdi Mustafa Kemal Atatürk, Doğu şiirin deki gül ve bülbül konusu ya da Kâve ve Cem simgeleri gibi Türk şiirinin vazgeçilmez, anılmadan edilmez bir yüce konusu, bir eşsiz kahramanı olmuştur: Abdülhak Hamit'ten Mithat Cemal'e, Ziya Gökalp'ten Halim Yağcıoğlu'ya kadar onun çağında yaşamış olanlar azıcık duyarlığı varsa onu sevmiş, Türk yurttaşı olarak Atatürk'e şiirle de hayranlıklarını, bağlılıklarını ve iç yükümlülüklerini dile getirmişlerdir.

Türk şiirinde Atatürk'ün kurtardığı, kendine getirdiği, havasına aldığı, gücünden ve inanından bir şeyler kattığı ulusal varlıkların ve değerlerin başında gelir. Kuşkunun ve tedirginliğin olduğu kadar coşkunun ve inancın da kaynağı ve sözcüsü olan şair, Atatürk çağında yaşamak, en büyük insan nimeti özgürlüğe onun sayesinde kavuşmak, en büyük sevgili yurdunun ve halkının onun bayrağı altında kurtulup doğrulduğunu görmek nedeniyle ondan çok esinlenmiş ona çok şey borçlu olmuştur. Türk şiirini iniltili karamsarlıktan umutlu aydınlığa çıkaran ve Türkçeyi ezilen Asya ulusları için uyarıcı bir dil niteliğine ulaştıran, dolayısıyla Mustafa Kemal olmuştur. Biz hâlâ onun yaptığı destanı birer uçtan yazabilmek çabası içindeyiz.

Türk Dil Kurum'unun; tad alır, yetkili bir şair eliyle seçtirip bastırdığı "Atatürk şiirleri” bu görüşlerimizi, bu kanılarımızı tanıtlayıp değerlendirecek örneklerle doludur. Ben de onlardan şuracıkta, şiirin parça güzelliğinden çok bütün güzelliğine inanmış olmakla birlikte, "eğer maksut eserse mısra-ı berceste kâfidir” görüşünü de pek yersiz görmediğimden, bazı seçme parçalar almakla yetineceğim. Şunu da arada belirteyim ki Divan Kasidelerinden bulaşma beylik ve ölçüsüz uluorta övgülere yer vermemeyi de az çok göz önünde tutacağım..

Daha 1923 yılında Mustafa Kemal büyük kavgadan yeni çıktığı sırada Ziya Gökalp şöyle diyordu:

Uyanık bulunun ey Türk gençleri!
İrtica sevemez bu hür rehberi..

Ankara tepesinde parıldamaya başlayan Mustafa Kemal'i de ilk gerçek çizgileriyle belirtmek yine şiire kısmet olmuştu:

Kavminin bir idam günündeydi ki
Ey mürci sen Rabbin yolundan geldin;
Mukaddes dağların üzerindeki
Bir aziz tepeye doğru yükseldin.
(Mehmet Emin — 1923)

Mustafa Kemal'in umarsız ve kimsesiz kalmış bütün bir ulusça belki bilinmeden beklenen son umut olduğunu belirtmek yine Türk şiirinin işi olmuştur:

Dinle : bel bağladığın dağları kar sardığı gün
Bu sesin sahibi son yolda nöbetçindi senin.
(Faruk Nafiz — 1927)

Mustafa Kemal'in gelecek yüzyıllarda daha iyi anlaşılıp daha çok tanınacağını ve Türklüğün her daralışta ona sarılacağını da ilk kez dizelerde dile gelmiş bulmadık mı:

Aşacak bir ok gibi dağların üzerinden
Bu sesin yankısıyla dolacak en uzaklar
Bu sesi dinleyecek sarsılacak derinden
Bin yıl sonra bu toprak üstünde doğacaklar
(Yaşar Nabi — 1934)

Atatürk'ün ilkeleri ve devrimleri uğrunda daha yıllarca en çetin savaşlara girmemiz gerekeceğini, bunun için de hazır, azimli ve silâhlı olduğumuzu ilk haykıran yine şairler olmuştur:

Atatürk! burçlarında bekliyoruz biz nöbet;
Bizce birdir seninçin yaşamak-ölmek, emret!
Emret: Kanı çekilmiş damarlara dolalım
Bir gün senin izinden saparsak kahrolalım!

Onun ölümüne; aruzla, heceyle, serbest vezinle, halk ağzıyla, divan ağzıyla; nasıl olursa olsun, o denli gönülden, o denli göz yaşartıcı, değerini bilmez görünenlere o denli kafa tutucu en içli ağıtları yazmakla Türk şiiri hem in sanca hem sanatça değer kazanmıştır:

Cismiyle pek güzeldi ve ruhiyle devdi o;
Bir yıldırımdı, bir mütekâsif alevdi o.
Eyvah o varlığın bize kalmış fesanesi
Yastıkta bir ışık yele, aslan nişanesi.
(İbrahim Alaattin)

Dökün yaprağınızı dallarım dökün
Akın yaslı yaslı sularım akın
Bükün boynunuzu bayraklar bükün
Bir alınmaz kalem vardı yıkıldı.
(Orhan Şaik)

Verdiğin selâmet genişledikçe asil
Dalgalanır şafakla.
Kişilerin talihi kaderinle büyüyor;
Duyuyor musun, seni yaşatıyoruz dost düşman,
İnanmakla.
Duyuyor musun, yürüyor her şey,
An hâlâ o andır.
Genç ellerinde hürriyet ve cesaret,
Uzan daha uzan dağlarıma
Ki senin fatihandır.
(Fazıl Hüsnü)

Atatürk'ü hiç görmemiş, hatta Atatürk öldükten sonra doğmuş olan şairlerin, onu daha iyi tanıdıklarına, daha iyi anlatabildiklerine bakılınca anlaşılır ki Atatürk Türk şiirine, bir aşk, bir yurt gibi sinmiş; Atatürk Türk şiirine de bir yeni aydınlık, bir yeni önder olmuştur. Türk tarihi, Türk dili gibi, Türk şiiri de onunla yeniden kendine gelmiştir.

Atatürk bu millete
Dizinden derman verdi yürüsün;
Yüreğini, gücünü-kuvvetini;
Umut verdi, can verdi.
Bu milletin çocukları büyüsün
(Adnan Bulak)

Mustafa Kemal, ölümsüz adam,
Sen Samsuna ayak bastığın an
Al bir bayrak gibi açılıp rüzgârınla
Dalgalandı vatan.
(Özker Yaşın)

Ulusal coşku ve gerçek güzellik üzerinde bir bayrak gibi dalgalanması ve gönülleri gölgesinde yürütmesi gereken Türk şiiri de, kapanmış, dürülmüş ve bir köşede uzak günleri bekler olmuş bir bayrakken Atatürk'ün rüzgârıyla açılmış ve dalgalanmıştır. Atatürk'e yazılan şiirler, onun yasıyla yarıya inip çırpınan bayrakların bir benzeri halinde ulusal ruhu ürpertmesini bilmiştir. Onun için her fırsatta bir kat daha hak kazanarak yinelememizin yeridir:

Bu sonsuz yaşayışa hayatı terk mi denir?
Senden bir şey almayan insana Türk mü denir?

BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Kasım 1965, S: 170, s. 80-85

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI