Ahmed Yesevî’nin hayâtı hakkında eski kaynaklardaki bilgiler oldukça sınırlıdır.
O, Türk Dünyasında, gerçek hayâtından ziyade menkıbeleri ile tanınmıştır. Bu menkıbelerden bir kısmı onun hayâtı ve düşünceleri hakkında fikir verecek nitelikteyken, diğer bazıları halk muhayyilesinin ürünüdür. Kendisine ait birçok menkıbeden bazıları şunlardır:
Arslan Bâb, menkıbeye göre, ashâbın önde gelenlerinden idi. (Bâb, şeyh demektir.
Bu kelime sonraları bazı eserlere Baba diye geçmiştir). Hz. Peygamber’in gazâlarından
birinde ashâb-ı kirâm aç kalarak peygamberin huzuruna geldiler ve biraz yiyecek istirham ettiler. Hz. Peygamber’in duâsı üzerine Cebrâil (a.s) Cennetten bir tabak hurma getirdi. Fakat o hurmalardan bir tanesi yere düştü. Cebrâil (a.s.) dedi ki:
"Bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevî adlı birinin kısmetidir.” Her emanetin sâhibine
verilmesi tabiî olduğu için Hz. Peygamber, ashâbından birini bu iş ile vazifelendirmek
istedi. Neticede hurmayı Arslan Bâb’ın ağzına attı ve çok sonraları yaşayacak olan Ahmed Yesevî’nin terbiyesi ile meşgûl olmasını söyledi. Dört yüz küsür yıl yaşayan Arslan Bâb, Sayram’a yahut Yesi’ye geldi ve vazifesini yerine getirdi.
Bazı soy şecerelerinde Arslan Bâb, Ahmed Yesevî’nin babası İbrahim Şeyh’in akrabası olarak görülmektedir. Muhtemelen Arslan Bâb’ın âlem-i mânâda (rüyada) gördüğü bu hurma hâdisesi sözlü rivayetlerde değişmiş ve bu menkıbe meydana gelmiştir.
***
Ahmed Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü bölümünde ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı. Bir rivayete göre, onun hâlden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup Yesi çarşısına salıverirdi.
Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mâl alıp da ücretini
vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye gitse peşinden o da giderdi.
Adam ücreti heybeye koymadıkça o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi.
Akşam olunca da Ahmed Yesevî’nin evine gelirdi.
***
Hârezm’in Urgenc şehrinde İmâm Mervezî (bazı kaynaklarda Mergazî veya Merâgî)
nâmında bir alîm vardı. Ahmed Yesevî hakkında söylenen uygunsuz sözler ona kadar
gitmişti. Bu sözlere inanıp kendisini imtihan etmek ve şüphesini gidermek gayesiyle
yanına bazı arkadaşlarını alarak yola çıktı. Yesevî’nin her tarafta talebeleri olduğunu,
her zamân sohbetinde binlerce kişinin hâzır bulunduğunu öğrenmişti.
"Ben üç bin mesele ezberledim, hepsini ayrı ayrı sorar onları imtihan ederim.” diye düşündü. Bu
sırada Ahmed Yesevî hazretleri, tekkesinde bulunuyordu. Talebesi Sûfî Muhammed
Dânişmend’e:
"Bakar mısın, bize kimler geliyor?” buyurdu.
Dânişmend, Mervezî’nin yanındakilerle birlikte ve hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini söyledi. Yesevî’nin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini Mervezî’nin hâfızasından sildi. Sonra Yesevî hazretleri talebelerinden Süleyman Hakîm Ata’ya aynı şekilde
emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi’ye geldi. Hoca
Ahmed Yesevî’nin yanına gelip:
"Allah’ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?”
dedi.
Yesevî hiç kızmadı. Karşılık da vermedi.
"Şimdilik üç gün misafirimiz olun, sonra
görüşürüz.” buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî konûşmak için kürsüye çıktı. Ahmed Yesevî Hakîm Ata’ya geri kalan bin meseleyi de silmesini söyledi. Hakîm Ata, Allah Teâlâ’ya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Kitap ve defterlerini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterindeki yazıların da silinmiş olduğunu gördü. Sayfalar bomboştu. Bu hâli gören Mervezî kusurunu anladı,
tevbe etti ve Ahmed Yesevî’ye mürîd oldu. Onun yanında yüksek derecelere ulaştı.
***
Yine bir menkıbeye göre, Yesi şehrine yakın bir yerde Savran diye bir kasaba vardı. Bura halkının çoğu gayr-i müslim olup, Müslümân Yesi halkına ve özellikle Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandılar. Ahmed Yesevî’nin büyüklüğü, kerâmetleri etrafa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayısı her geçen gün arttıkça Savranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hoca hazretlerine olan düşmanlıkları da artıyordu.
Bir gün Ahmed Yesevî’ye iftira etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip
mezbahada kestiler. Sadece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak aceleyle götürüldüğünü, kan izlerini takip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî’nin tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler.
Kadı, Ahmed Yesevî’nin tekkesine girip öküzlerini
arayabileceklerini söyleyince tekkeye geldiler ve doğruca gece gizledikleri öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı ki Yesevî’nin kerâmeti tecellî edip iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücum edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu.
Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmed Yesevî’nin eteklerine yapıştılar. Pişmân olduklarını bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Yesevî hazretleri merhâmet edip duâ etti. Böylece tekrar eski hâllerine döndüler.
Başka bir menkıbeye göre, bu Savranlılar Hoca Ahmed Yesevî’nin oğlu İbrahim’i öldürmüş ve başını kesip bir havluya sararak Yesevî’ye kavun diye getirmişlerdi.
***
Başka bir menkıbeye göre, Hoca Ahmed Yesevî bir gün dergâhının önünde oturuyordu. Yoldan geçmekte olan bir grup çocuk gördü. Câmiye veya medreseye Kur’ân öğrenmek için giden bu çocuklar mushaflarını bir kılıf içine koymuş ve boyunlarından aşağı sarkıtmışken, içlerinden bir tanesi Kur’ân’a olan saygısından dolayı mushafını
başının üzerinde taşıyordu. Ayrıca medreseden evine dönerken hocasının bulunduğu
tarafa sırtını dönmemek için geri geri yürüyerek gidiyordu. Bu durumu gören Ahmed
Yesevî o çocuğa:
"Oğlum! Hocandan, anne ve babandan izin al, senin dinî eğitimini ben vereyim.” dedi. Çocuk gerekli izinleri alıp Yesevî’nin dergâhına geldi. Uzun yıllar dinî eserler okuyup ilim tahsîl etti, ardından mürîd olup maneviyatta ilerledi. Bu çocuğun adı Süleyman idi.
Bir gün Ahmed Yesevî, Süleyman ve diğer birkaç arkadaşını odun toplamak için kıra gönderdi. Gelen odunlarla yemek pişirilecek ve Dervîşlere, talebelere ve misafirlere ikrâm edilecekti. Çocuklar odun getirirken yolda yağmur yağmaya başladı. Süleyman cübbesini (paltosunu) çıkarıp odunlara sardı. Dergâha geldiklerinde diğer çocukların getirdiği ıslak odunlar yanmazken Süleyman’ın kuru odunları yandı. Bunun üzerine Yesevî:
"Sen ince düşünceli yani hikmetli bir iş yapmışsın. Bundan sonra senin adın Hakîm Süleyman olsun.” dedi. Sonraki yıllarda hocası Ahmed
Yesevî’den icazet (diploma) alan ve Bakırgan denen bölgede yerleştiği için Süleyman
Bakırganî adıyla da anılan bu zât, daha ziyade Hakîm Ata diye meşhur olmuştur.
***
Ahmed Yesevî, çok sevdiği Hz. Peygamber’in 63 yaşında vefat ettiğini düşünerek kendisi de bu yaşa geldikten sonra yeryüzünde fazla dolaşmak istemedi. Vaktinin çoğunu dergâhında bir yeraltı odası şeklinde oluşturduğu çilehânesinde geçiriyordu. Önde gelen talebelerinden Seyyid Mansûr Ata bu çilehâneye ilk defa indiği zamân
gördüğü manzaraya üzüldü. "Şeyhim bu dar yerde sıkıntı içindedir,” diye düşünerek ağlamaya başladı. O sırada gözünden perdeler açıldı, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, bir ucu batıda gördü ve içinden geçirdiklerinin yanlış olduğunu anladı.
***
Bir gün Ahmed Yesevî’nin dergâhında birçok mürîd bir araya gelmişti. Ancak burası dar bir yer olduğu için mürîdler çok terlemişler ve ter ortalığa saçılmıştı. Dergâhın alt kısmına bir küp koyup ağzını açtılar. Sızan ter o küpe doluyor ve küpün içinde güzel bir şerbete dönüşüyordu. Sûfîler de bu şerbetten içiyorlardı. Sonradan bu küp, "Aşk
Küpü” (Hum-i Aşk) diye meşhur oldu.
Prof. Dr. NECDET TOSUN
Hoca Ahmed Yesevi Külliyatı, S. 18-21
Ahmet Yesevi Üniversitesi, 2019

ŞİİRLERİ