DOSDOĞRU ADAM

Mehmet Âkif, ilim, fikir, sanat ve siyaset dünyamızda dosdoğru bir şahsiyettir. Bugün, gençlerimize, "örnek adam" diye göstereceklerimizden birisi de odur. İçerisinde çırpındığımız çeşitli buhranlardan, ancak onun imanıyla onun ahlâkıyla, onun fikriyatıyla, onun öfkesiyle sıyrılabiliriz. Ama onu, bugünkü nesle anlatmak, ne kadar , ne kadar, ne kadar zor! "İslâmın ahlak anlayışı, dünya görüşü nasıldır?" diye soranlara, hiçbir tereddüde kapılmadan onun hayatını özetliyebiliriz. Biliyorum ki onun bir destan kadar güzel, bir şiir kadar çarpıcı olan yaşayışına, herkesi inandırmak kolay olmayacaktır. Çünkü o, inanılmayacak kadar mükemmel bir insandır. Mükemmel bir dinin, mükemmel bir temsilcisi.

Bir şiirinde kendisi şöyle anlatıyor:

Hayır! Hayâl ile yoktur benim alış verişim.
İnan ki her ne demişsem görüp te söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

Ak¡f, Emrolunduğu gibi doğru olunuz!" ayet-i kerimesine, yaşadığı müddetçe sımsıkı kalan bir mü'mindir. Bu akımdan çok yakın dostları, onu bazan hep ayni kelimelerle, ayni cümlelerle bize anlatmışlardır: "Âkif ömrü boyunca yalan söylememiş adamdır!" diye söze başlamışlardır. Dosdoğru yaşayan, dosdoğru konuşan, dosdoğru yazan bir şair.

Hz. Peygamberin "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!" ikazına, çağımızda onun kadar inanan ve uyan kaç devlet memurumuz vardır acaba? Bir iki örnek, faydalı olacaktır herhalde:

1908 Meşrutiyetinden sonra, M. Âkif Umur-u Baytariye Müdürlüğünde, müdür yardımcısı olarak çalışmaktaydı. Müdür Abdullah Efendi, zamanın Orman ve Maadin ve Ziraat Bakanının haksızlığına uğradı. Ayni dairede kâtip olarak çalışan dolayısiyle gelişmelere şahid olan M. Emin Erişirgil; (MEHMED ÂKİF - İSLAMCI BİR ŞAİRİN ROMANI) isimli kitabında bu müthiş hadiseyi şöyle anlatıyor:

"Günün birinde, nazır, projesini gerçekleştirdi de Müdür Abdullah Beyi azletti. Âkif bunu haber alır almaz hemen şu istifanemeyi yazmıştır:

'Umur-u Baytariye Müdürü Abdullah Efendi'nin yerden göğe kadar haklı olduğu bakteriyoloji hane mes'elesinden azli üzerine, acizleri de memuriyetimden suret-i katiyyede istifa ediyorum!'

Bu istifa, bomba gibi patlamıştı. Yakından onun hususi hayatını bilmekle böbürlenenler bile şaşa kalmışlardı.

Doğrusu, dar kafalı ve Âkif'i anlayacak kadar kültürlü olmayan insanlar için, bu istifanın izahı çok güçtür!"

Zulmü alkışlayamam zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

mısraları altında, onun güzel ismi, bir yüzük taşı gibi parıltılı ve mükemmel gülümsemektedir.

Yakın arkadaşlarından Eşref Edip yazıyor:

"Darülfünun'da tensikat yapılır. Felsefe müderrisi Ferid Beyi kadro harici bırakırlar. Liyakata karşı olan bu hürmetsizliğe üstad (M. Âkif) tahammül edemez. Derhal istifasını verir. Bilahare "yanlışlık oldu!" derler. Ferid Bey'i tekrar alırlar. Üstada da, istifasını geri almasını rica ederler. Fakat bir kere kalbi kırılan üstad, bir daha Darül Fünun'a avdet etmez. O kadar maddi ihtiyacına rağmen!"

Merhameti, ummanları dolduracak zenginlikteydi. Verdiği söze bağlılığı, üstün karakterinin en bâriz özelliklerinden biriydi. Şair dostu Mithat Cemal Kuntay diyor ki:

"Bir gün evine gittiğimde, sofalara kadar taşan çocuk şamataları dikkatimi çekti. Sekiz çocuktan beşi Âkifindi. İlk defa gördüğüm bu üç çocuk kimindi? soruma

- Çocuklarım! diye cevap verdi. Sonra boynunu bükerek anlattı:

Halkalı Ziraat Mektebinde okurken, bir arkadaşıyla birlikte karar almışlar. Okulu bitirip evlendikten sonra, kim önce ölürse yetim kalan çocuklara hayatta kalan bakacaktır! Âkif'in o arkadaşı vefat etmiştir. Âkif te uzun yıllar önce verdiği söze bağlı kalarak, arkadaşının üç yetimini alıp çocuklarının yanına getirmiş!

Mithat Cemal devam ederek diyor ki:

"O zamanlar, Âkif'in beş çocuğu vardı. Ve cebinde beş parası da yoktu!"

O islâmın "Veren el, alan elden üstündür!"nasihatını hiç unutmamış bir merhamet timsalidir. Hasan Basri Çantay'ın hâtırası, bugün bize, bin yıl önceki bir destan gibi şaşırtıcı gelmiyor mu?

"Bir gün üstadın evinde bir akşam çayı içmeye sonra da oturup sohbet etmeye karar vermiştik. Tesbit ettiğimiz saatten kısa bir süre önce onu biraz mahçub, biraz telaşlı bir şekilde karşımda buldum.

- Akşam çayını bizde değil, sizde içeceğiz! dedi.

Ben bu değişikliğe tabii çok memnun oldum. Sonradan öğrendim ki, o akşam saatlerinde, kapısını çalan fakire evinin tek sergisi olan bir kilimi sadaka olarak vermiş. Bizi kilimsiz kalan bir odada ağırlayamayacağı için kararını değiştirmek mecburiyetinde kalmış.

Aynı şekilde, bir kış günü, kendisine el açan yarı çıplak bir fakire, üzerindeki paltosunu giyindirdiğini ve paltosuz kaldığını bilmeyen yoktur!"

Âkif, vefanın noksansız örneğidir. Hür fikrin, cömertliğin, zulme baş kaldırmanın, azmin, iradenin, tevazuun, bütün müsbet ilimlerin, cehalete karşı koymanın taassubu çiğneyip geçmenin, vatanperverliğin, tarih ve millet şuurunun öncü isimlerindendir.

Sanat ve siyaset dünyamızın unutulmaz simalarından Hüseyin Cahit Yalçın, Âkif'in ölümünden sonra, kalemini kendisine yakışır şekilde eline aldı:

".... Şair Âkif'i şahsen tanımam. Ayni vatanı seven, ayni vatan evlatları olduğumuz halde fikir ve his itibariyle, ayrı ayrı iki dünyaya mensub idik. Hayatta Vatan sevgisinden başka bir his etrafında birleşmemize imkân yoktu. Fakat bu anlaşmazlık, bu gün, onun ölümü karşısında hürmetle karışık bir tesir duymaktan ve hatırasını hüzünle anmaktan, beni hiçbir zaman men edemez. Âkif'in çok güzel bulduğumuz ve sevdiğimiz eserleri var. Âkif'in ölümü karşısında hissettiğim hürmetle karışık teessür bana şiirlerinden gelmiyor. Hayatından geliyor. Çünkü hayatını, daha büyük bir şiir buluyorum. O hayat ki benim kanaatlarimin, imanlarımın aleyhinde sarsılmaz bir cidal ile doludur. Kat'i bir muhalefet ile meşbudur. Fakat ne zarar var? O da, bu vatanın evlâdı değil mi? Onun da düşünmeye, bir kanaat sahibiolmaya hakkı yokmu idi?"

"İşte işin bütün sırrı ve muammanın anahtarı buradadır. Âkif kanaatinin, itikadının, vicdanının adamı oldu ve böyle bir adam olarak öldü. Onun içindir ki, tabutu önünde eğilmek bizlere borç olmuştur. Unutulmamalıdır ki Âkif, vatan tehlikeye düştüğü günlerde, İstanbul'dan kalktı, üzerine düşen vazifeyi yapmak üzere Ankara'ya gitti. İlk B.M.M'ne âza oldu. Ve kutsi gaye uğrunda çalıştı. Kanaatlerine uygun yaşamak için ihtiyari bir gurbete katlandı. Uzak diyarlarda zaruret ve ihtiyaç içinde, vatan hasretiyle yaşadı. Ve nihayet son günlerini hissederek, istiklâle kavuşmasını o kadar yürekten terennüm ettiği sevgili memleketinin, ezelî âşinâsı olduğu güzel ufuklarını, son defa görmek üzere Türkiye'ye geldi gördü, kavuştu ve öldü. Âkif'i bunun için takdir ediyorum. Fikir ve kanaatleri bizimkilere uymadığı halde hürmet ederim. Çünkü yalan söylemedi, riyakârlık yapmadı, fenalık yapmadı!"

Onun bütün kanaatlerine, bütün fikirlerine, bütün imanına karşı, Hüseyin Cahit gibi sımsıkı kalanlar bile, büyük vatanperliğini kabul etmekte, yalansız, riyasız, hayatını çarpıcı bir şiire benzetmektedirler. M. Âkif Balkan Savaşlarında, cephelerimizin manevi komutanlarından biri oldu. Camileri, tıklım tıklım dolduran cemaatler karşısında, hep coşkun hitabelerde bulundu. Halkı silkinmeye, bütün mukaddeslerine sahib çıkmaya çağırdı:

Ey cemaat uyanın, elverir artık uyku
Yok mu sîzlerde vatan nâmına hiç bir duygu?
Düşmeden pençenin altına istikbâlin
Biliniz kadrini hürriyetin, istiklâlin.

Millet hayatındaki tefrikaların, ayrılıkların, gayrılıkların doğuracağı büyük felâketleri, sesinin en yüksek tonuyla kalabalıklara duyuranların başında O geliyordu:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, Onu top sindiremez.
İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir gitti
İşte İran'ı da taksim ediyorlar şimdi.
Ey cemaat, yeter! Allah için olsun uyanın
Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarda çanın.

Hıçkırıklara boğulan cemaati yakasından tutup sarsıyor, ümidsizliğe düşen kimseleri mücadeleye çağırıyordu:

Sahibsiz olan memleketin batması haktır
Sen sahib olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar!
Uğraş ki telafi edecek bunca zarar var.
"İş bitti! sebatın sonu yoktur!" deme! Yılma!
Ey millet-i merhume, sakın ye'se kapılma!

Birinci Cihan Harbinde, Harbiye Nezaretimize bağlı "Teşkilat-ı Mahsusa'' onu Berlin'e gönderdi. Almanların savaş meydanlarından topladığı 50-60 bin civarındaki müslüman esirlere, gerçekleri o açıkladı. İtilâf devletleri ordularında bize karşı savaşan müslüman askerlere sesimizi o duyurdu. Müslümanın müslümana silah çevirmesine engel olmaya çalıştı. Berlinden sonra Arab Yarımadasına koştu. İngiliz oyunlarıyla bizi arkadan vurmaya çalışan Arab kabilelerine gerçekleri o anlattı.

Cihan Harbinden sonra, imzaladığımız anlaşma dolayisiyle, Anadolu, kırk yamalı bohçaya dönmüştü. Bâzı kimseler, manda devlet oimamızı tek çıkar yol olarak gösteriyorlardı. O karanlık günlerde Mehmet Âkif'in, Sebilürreşad Mecmuasındaki isyanları ne kadar dikkat çekicidir. Diyordu ki:

"Türklerin yirmibeş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları, tarihen müsbet bir hakikattir. Türkler istiklâlsiz yaşayamaz!"

diye yazarak, halkı, manda fikri aleyhinde birleştirmeye çalıştı. Milli Mücadele hareketinin tam içinde bulunmak gayesiyle İstanbul'dan ayrıldı. Yakın dostu Eşref Edib'i de yanına alarak, Balıkesir'e geçti. Camilerde halka hitab ederek, Kuvay-ı Milliye ruhunu, daha geniş kitlelere yaymak için çırpınıp durdu.

Kastamonu'da gündüzleri Nasrullah Camiinde, geceleri Yılınlı Tekkesinde Kuvay-ı Milliye hareketinin heyecanlı sözcüsü oldu. Nasrullah Camiinde, halkın yüreğine işleyen ateşin vaazlarını, Elcezire cephesi kumandanı Nihat Paşa'nın, Diyarbakır Matbaası'nda onbirlerce bastırarak bütün cephelere yolladığını, Paşanın ona çektiği telgraftan anlıyoruz.

Konya'da Milli Mücadele aleyhinde başlayan çirkin bir ayaklanmayı, bastırmak için, oraya koştu. Tesirli nasihatlarıyla, vaazlarıyla bu zavallı dalgalanmayı göğüslemeye çalışanların başlarında bulundu. Sonra, Milli Mücadele için Ankara'ya, Taceddin Dergahı'na yerleşti. Karısını ve çocuklarını arkasında bırakarak, büyük mücadelenin ortasında oldu. Sevr antlaşmasının Türkü ve İslâm'ı boğmak isteyen hain hükümlerini bütün dehşetiyle anlatan konuşmaları, Ankara'da basılarak Batı Cephesine de dağıtıldı. T.B.M.M. nin Burdur Milletvekili olarak, Kuvayı Milliye hareketine yeni bir heyecan kazandırdı.

Bizim Cumhuriyet devri edebiyatımızda, cehalete ve taassuba, onun kadar düşman olan bir başka şairimiz yoktur. Âkif'e göre, bizim en büyük düşmanımız cehalettir. Cehaleti öldürmeden, yani ortadan kaldırmadan, yakamızı düşmanların elinden kurtarmamız, insan gibi yaşamamız mümkün olmayacaktır:

Ey hasm-ı hakikî seni öldürmeli evvel
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el"

mısralarıyla cehalete dikkat çekmekte ve onun doğurduğu faciaları gözlerimizin önüne sermektedir. Bir zamanlar İbn-i Sinaları yetiştiren Buharanın bile, artık ilmin kucağına tek çocuk verememesinden dert yanmakta, Buhara Türklerinin cehaletlerini taassuplarını yüreği kan ağlayarak ortaya sermektedir:

O Buhara! O mübarek, o muazzam toprak
Zilletin koynuna girmiş, uyuyor müstağrak
İbn-i Sinaları yüzlerce doğurmuş iklim
Tek çocuk vermiyor aguşuna ilmin, ne akîm,
O rasathane-i dünya, o Semerkand bile
Öyle dalmış ki hurafata o mâzisiyle
Ay tutulmuş "kovalım şeytanı kalkın" diyerek
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek
Ya taassupları? Hiç sorma nasıl maskaraca
O uzun hırkasının yenleri yerlerde hoca.

Tembelliğimizi, tembellik yatağı olan kahvehanelerimizi büyük bir öfkeyle en çok o lânetledi. Kahvehaneleri milletin katilleri bildi. O batakhaneleri, idrakimizin söndüğü, insanlarımızın ölmeden önce gömüldüğü bir miskinlik ocağı olarak gösterdi:

Oyup sıçan gibi her dört adımda bir kemeri
Deden mi açmış o miskin kılıklı kahveleri
Hayır! Deden sana bak hastahaneler yapmış
Yanında Mekteb-i Tıbbiyeler neler yapmış!
Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler
Bu gündüzün bile yol vermeyen harâmiler
(....)

Batı dünyasının ilim-fikir ve sanat güzellikleri onu hayranlıklara boğduğu, şarkın tembelliği, cehaleti, taassubu ruhunda derin fırtınalar kopardığı için gerçekleri bütün dehşetiyle yazmaktan kendisini alamadı:

Ne gördün şarkı çok gezdin diyorlar gördüğüm yer yer
Harab iller, serilmiş hanumanlar, başsız ümmetler
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar işlemez kollar
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar
Tegalübler, esaretler, tehakkümler, mezelletler
Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler..

Bu hazin gerçekleri görüp söylemesine rağmen, bâzı çevreler, Mehmed Âkif'i nedense, hep şarkın kayıtsızşartsız hayranı, batının amansız düşmanı gibi göstermişlerdir. Halbuki, Şarkın geri kalmışlığına Şarkın murdar suratına onun öfkesiyle tüküren bir başka şairimizi hatırlamıyorum:

Ey bu toprakta birer na'ş-ı perişan bırakıp
Yükselen mevkib-i ervâh sakın arza bakıp
Sanmayın: şevk-i şehâdetle coşan bir kan var
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var.
Bakmayın hem tükürün çehre-i murdârımıza
Tükürün cehre-i lakaydına şarkın tükürün
Kuşkulansın görelim gayret-i halkın tükürün.
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere

Âkif'i hep kendi köşesinde boyun büküp oturan "atını sağlam kazığa bağlamadan Allaha tevekkül eden bir kimse" olarak görenler ve gösterenler, onu hiç, ama hiç okumayanlar ve bilmeyenlerdir. Çünkü tembelliğin üzerine "tevekkül" yaftası asanlar, en şiddetli tokatları Âkif'ten yemişlerdir:

Çalıs dedikçe şeriat, çalışmadın durdun
Onun hesabına bir çok hurafe uydurdun.
Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden
Yorulma öyle ya Mevlâ ecîr-ı hasın iken.
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini
Birer birer oku tekmil edince defterini
Bütün o işleri Rabbim görür: vazifesidir
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir
Başın sıkıldı mı kâfi senin o nazlı sesin
"Yetiş” de kendisi gelsin, ya Hızır'ı gönderin
Demek her şeyin Allah! Yanaşman, ırgadın o
Çoluk çocuk ona aid: lalan, bacın, dadın o!
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu
Biraz da saygı gerektir.. Ne saygısızlıktır bu!
(.....)

Mehmet Âkif'in haklı tesbitlerine göre, böyle insanların ülkesi, yeryüzünün adeta kamburu haline gelecektir. Yardım için elini kuzeye uzattığında çok soğuk karşılanacak, yüzünü güneye çevirse, ciddiye alınmayacaktır. Devrin İngiltere Başkanı Grey'e, Fransa Başkanı Puankare'ye yalvarma faslı başlamayacaktır:

"Aman Grey bize senden olur olursa meded
Kuzum Puankare bittik! inayet et! kerem et!"
Dedikçe sen, dediler karşıdan "inâyet o la"
Dilencilikle siyaset döner mi hey budala
Siyesitin kanı: servet hayatı: satvettir
Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki: kuvvettir
Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri
Üzengi öpmeğe hasretti Garbın elçileri
O ihtişamı elinden niçin bıraktın da
Bu gün yatıp duruyorsun ayaklar altında
"Kadermiş" öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru
Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu!"
(.....)

Mehmet Âkif, Milli Mücadele'den sonra, vatanın çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması hasretiyle kavruldu durdu. Şiirlerinde lânetlediği cahillikten, taassuptan, tembellikten, ikilikten, taklitçilikten ve aşağılık duygusundan... milletin sıyrılıp aydınlığa çıkmasını istedi. İyi ama bu nasıl olacaktı ? Bu gayede birleşmeyen, hemen hemen yok gibiydi. İçerisinde bulunduğumuz durumu tesbitte birleşenler, tedavide ayrılıyorlardı. Bir kısım sözde aydınlarımıza göre, geriliğimizin tek sebebi din idi. Avrupalılaşmak için, İslamiyetten vaz geçmeli, bütün yaşayışla Batı'yı taklide çalışmalıydık. Mehmet Âkif, hiçbir ciddî ve ilmî gerekçesi olmayan bu görüşlerin şiddetle aleyhindeydi. O , çok doğru bir inançla, milletimizi ayakta tutan iki ana temelin korunmasını istiyordu. Bunlar, din ve dil hazinelerimizdi. İslâmiyete düşman olanlara hiçbir müsamahası yoktu. Diyordu ki:

Mütefekkirlerimiz, anlaşılan pek korkak
Yâhud ahmak... İkisinden bilemem hangisidir
Sanıyorlar ki: "Bugün Avrupa tekmil kafir.
Mütedeyyin görünürsek diyecekler barbar
"Libri pansör" geçinirsek değişir belki nazar"

"Libri pansör" hür düşünceli demekti. Hür düşünceli olmak için de Allahı inkâr etmek, dinin sesini susturmak lâzımdı. Bu bakımdan öfkeyle haykırıyordu:

Hele i'lânı zamanında şu mel'un harbin
"Bize efkârı umûmiyyesi lâzım Garb'in
O da Allah'ı bırakmakla olur herzesini
Halka îman gibi telkîn ile dînin sesini
Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün!"

Âkif, başka milletleri taklid etmekle de hiçbir noktaya varamayacağımızı kesin ve sert bir üslupla söylüyordu. Edebiyatta sanatta, teknikte... taklidin, bizi hep çıkmazlara sokacağını belirtiyordu:

"Şarka garba hâkim olduğumuz edvar-ı şevketimizde bile, lisanımız, istiklâlini temin edebilmek şöyle dursun bir mevcudiyet, lâkin kaydi taklidden azade bir mevcudiyet gösterememiş. Evet biz daima mukallit, hem de fena bir mukallit olmuşuz.

Eslâfımız (selefimiz, bizden öncekiler)... Arapları taklît etmişler. Evet edebiyat nüktecilik, mazmunculuk vadisine döküldüğü gibi mahvolmuş demektir.

Hulâsa, bizim taklit yolunda meydana getirdiğimiz asar-ı edebiyemiz, insanı ya miskin yapar, ya ahlaksız."

Edebiyatta olduğu gibi, eğitimde ve teknikte taklitçilik te insanımıza hiçbir şey kazandırmamıştır. Gelişmenin, yükselmenin yani medenî bir sistem kurmanın esasını kavramadan, bir takım özentilere kapılmak, bizi hep çıkmazlara sürüklemiştir. Bu günkü medenî düşüncenin tesbitlerini, Mehmet Âkif 60-70 sene önce, ne kadar net bir şekilde ortaya koymuş:

Bir alay mekteb-i âlî denilen yerler var
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.
Şu ne? Mülkiye. Bu? Tıbbiye. Bu? Bahriyye? O ne?
O mu? Baytar. Bu? Zirâ'at. Şu? Mühendishâne
Çok güzel hiçbiri hakkında sözüm yok, yalınız
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız,
İşimiz düştü mü tersaneye, yâhud denize
Mutlakâ âdetimizdir, koşarız İngiliz'e
Bir yıkık köprü için Belçika'dan kalfa gelir
Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.
Meselâ bütçe hesâbâtını yoktur çıkaran
Hadi mâliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.
Hani tezgahlarınız nerde? Sanâyi nerde?
Ya Brüksel'de ya Berlin'de ya Mançester'de!

Mehmet Âkif'e göre: "Baştan başa viraneye dönmüş olan Türk'ün yurdunu" bu cehaletten, bu taassuptan, bu gerilikten, bu taklitten kurtarmak, ilme sarılmakla mümkündür. Bir kısım Avrupa ülkeleri de aynı çöküntüye uğramışlar ancak onlar, kendilerine ilmi rehber edinerek aydınlığa çıkmışlardır. Biz de, ilim adamları yetiştirmek suretiyle yeniden derlenip toparlanabiliriz. Bunun için önce bizim:

"Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol"

inancında olmamız lâzımdır. Allaha dayanmak, çalışmaya sarılmak, hikmete, yani ilme bağlanmak, Âkif'e göre gayemiz olmalıdır. Çünkü yarının ilmi, atomu parçalayacak, ondan müthiş bir enerji elde edilecektir. ASIM'da diyor ki:

Yarının ilmi nedir halbuki? Gâyet müdhiş
"Maddenin kudret-i zerriyesi" uğraştığı iş
O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek
Sarf edip durmadan birçok kafa binlerce emek
Onu bir buldu mu artık bu zemin: Başka zemin
Çünkü bir damla kömürden edecekler te'min
Öyle milyonla değil, nâ-mütenahî kudret"
İbret al kendi sözünden, aman oğlum, gayret!

Peki ama, yeni Türkiyenin "marifetli ve faziletli" gençleri bu atom çağına ayak uydurabilmek için ne yapmalıdırlar? Bu soruya Âkif, çok açık olarak cevap veriyor:

Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz
Sâde Garb'ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı
Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları
Aynı menba'ları ihya için artık burada
Kafanız işlesin oğlum kanal olsun arada.

Âkif'e göre Garbın ilmini almakta geç kalmamak lâzımdır. Oraya bir gün önce gitmek, bir saat önce vatana dönmek şarttır:

- İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız
"Nerdesin hey gidi Berlin?" diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz
Şarkın âgûşu açıktır o zaman işte size
O zaman varmanın imkânı olur gayenize;

Gençlerimizin, ilim için Batıya koştuklarında, kat'iyyen unutmamaları gereken bir husus vardır: O da Batının ilmini, san'atını, tekniğini alırlarken, kendi "mâhiyyet-i ruhiyye'lerinin yani kendi kültür değerlerinin, kendi mukaddeslerinin kendilerine kılavuz olmasıdır. Aksi takdirde, selâmete çıkma ümidi boşuna beklenecektir:

Alınız ilmini Garb'ın, alınız san'atını
Veriniz hem de mesainize son süratini
Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok san'atın ilmin yalnız
İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin
Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için
Kendi "mâhiyyet-i ruhiyye"niz olsun kılavuz.
Çünkü beyhudedir ümmîd-i selâmet onsuz.

Âkif'in şiirlerini, şahsi duyguları için karıştıranlar, hiçbir şey bulamayacaklardır. Ama çağdaş bir Türkiye ideali arkasında olanlar, ondan çok şeyler öğreneceklerdir. Şiirlerinde, neden şahsi meselelere eğilmediğini ne güzel açıklıyor:

Viranelerin yasçısı, baykuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu!
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum
Yarab, beni evvel getireydin ne olurdu?

YAVUZ BÜLENT BAKİLER
Türk Edebiyatı, Aralık 1986,
Mehmed Âkif Anıt Sayısı, S. 27-31

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI