Divan edebiyatı, İran klâsik edebiyatını taklit ederek meydana gelmiştir. Teknik ve estetik bakımından tamamiyle
klişeci olan bu edebiyatta, şairin hususiyeti ve devri, kaynar gider. Herhangi bir divandan, o divanı meydana getiren şairin
devrini, devrinin hususiyetlerini, olaylarını, şairin ruhi haletlerini, orijinal hüviyetini bulmak, pek güçtür. Hele dilin, arapça ve farsça kelime ve terkiplerle örülüşü, gün geçtikçe, dil sadeleştikçe ve dil bağımsızlığı davası gerçeğe çıktıkça bu edebiyatın okunamaz, anlaşılamaz bir hal almasına sebep olmuş ve ihtisas erbabının sahasına geçmesini sağlamıştır.
Buna karşılık halk edebiyatı, kuruluşundan, yani ilk metinlerine rastladığımız çağdan beri yaşayan halkın malı
olarak bugüne kadar gelmiştir. Bazılarının iddiaları gibi halk edebiyatı da klişecidir. Bu doğru. Fakat bu klişelerde,
(ala gözlü, kömür gözlü, şirin dilli, yahut güllerini koklamak, yaylasını yaylamak, narını, turuncunu dermek gibi)
halkın icadıdır ve yaşayan dilde yaşamıştır. Yalnız bazı halk şairleri, divan şairlerinin tesiri altında kalmışlar, hatta bu
yüzden, divan şiirinin klişelerini almakla kalmamışlar, aruz vezniyle semailer, divanlar da yazmışlardır. Fakat Karacaoğlan ve Dadaloğlu gibi şairler, mümkün olduğu kadar divan şiirinin sihrine kapılmamışlar, bize halk duygusunu, halk görüşünü vermişlerdir.
Halk şiirinde ne var ki diyenler, unutuyorlar; halk şiirinde deprem var, kıtlık var, salgın var, Yemen var, uyuz ve
bit var, yangın var, sıtma var, eşkiya var. Dağ var, bel var, çeşme var ve gerçek sevgiler, sarışın, yahut esmer, mavili,
yahut pembeli güzeller var. Yurt var, dünya var, halk var, yaşayış var. Damat İbrahim Paşa'ya destan yapan, Yemen'e
türkü yakan, Kızılırmağa, yahut Çukurova'ya hitab eden, hatta İstiklal Savaşını benimsiyen ve Atatürk'e bağlanan Türk edebiyatı, halk edebiyatıdır.
Halk şiirinin kaynağı, XIII. yüzyılın en büyük Türk şairi ve asırlar boyunca büyük şair, Yunus Emre'dir. Laik
halk şiiri de, zümre şiirleri de, zahidane halk şiiri de ilhamını o bitmez tükenmez coşkun ve berrak kaynaktan almıştır.
Yunus da lâik şiirle zühdi şiirin, hatta Bektaşi - Alevi şiirinin esası vardır. Nitekim onda aruz ve hece, divan edebiyatı ve halk şiiri, haşır neşir halindedir. Ancak o, halk unsurunu üstün tutmuş, öz dili ve hece veznini daha fazla kullanmış, insani ve ileri görüşüyle geleceğe hakim olmuştur.
Yunus'tan sonra XIV - XV. yüzyılda bir yandan zühdi bir edebiyat meydana gelmiş, bir yandan da esas unsuru tasavvuf olan ve bu unsurdan hiç şaşmıyan bir tasavvufi halk edebiyatı vücut bulmuştur. Hacı Bayram ve Eşref oğluyla başlıyan bu edebiyat, XV. yüzyılda Kaygusuz Abdal vasıtasiyle tamamiyle ayrı bir hususiyet göstermiş ve ondan sonra Hatayî (Şah İsmail), onun laübali ve devrine göre sürrealist tarzını daha mazbut bir hale getirmiştir. Böylece halk edebiyatı içinden Alevi - Bektaşi edebiyatı diye
ayırdedilen bir kısım belirmiştir.
Alevi - Bektaşi edebiyatı, gelenekleriyle, ifadesiyle, terimleriyle, şuh ve bazan müstehzi edasiyle, irfanı ve imaniyle
gerçekten de tamamiyle orijinal bir edebiyattır. O derecede ki bir Bektaşi şiiri, bu hususiyetiyle derhal belli olur ve
Alevi - Bektaşi edebiyatına mal edilen yabancı şiir, derhal reddedilebilir.
Alevi - Bektaşi edebiyatının kaynağı Yunus Emredir, kurucusu Kaygısız Abdal. Bu edebiyatı sınırlıyan ve bu sınır
içinde en orijinal didaktik eserlerini sunan Hatayî'dir. Fakat bu edebiyatın en yüksek şairi, hiç tereddütsüz söyleyebiliriz
ki Pir Sultan'dır. Hatta o, yalnız Alevi - Bektaşi edebiyatının değil, Türk halk edebiyatının en büyük şairlerinden
biridir.
Pir Sultan, bazı şiirlerinde tamamiyle ideolojisini yayar, imanını şiir halinde sunarken bazı şiirlerinde o kadar la-dini
bir hal alır ki insanı hayrette bırakır.
Şiirlerine nazaran pek o kadar bilgin olmıyan, fakat üstün kabiliyetini muhitinin tesiriyle geliştiren, küçüklüğünden
beri saz çalan, aynı cemlerde bulunan, Yunus Emre'yi, Hatayî'yi ve kendinden önceki halk şairlerini bilen Pir Sultan;
halk şiirinin tekniğinde büyük bir kudret göstermiştir.
Şiirlerindeki duraklarda kelime bölüntülerine pek az rastlamaktayız. Divan edebiyatının tesiri de onda hemen hiç
yok denecek kadar az. Dili, saf, pürüzsüz bir dil. Kullandığı yabancı kelime ve terkibler, halk diline mal olmuş kelime ve
terkipler. Onda öyle eski azizlerden, onların menkıbelerinden, tasavvufun çok mistik ve metafizik telâkkilerinden bahisler
de yok. O, gerçek bir aşık ve bu aşk, hemen bütün şiirlerinde reel bir tarzda görünmede. Didaktik bir mahiyet
taşıyan şiirlerinde bile bu içli ve insani sevgi var. Buluşları, o kadar yeni ve söyleyişi o kadar rahat ki.
Yar elinden dolu içmiş deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
beyti, insana çağdaş bir şair tarafından söylenmiş kadar yeni gelmede.
Göğerüben ben de bostan olursam
İllerin diline destan olursam
Kara toprak senden üstün olursam
Ben de bu yayladan şaha giderim
derken, yahut:
Gider idim ben de kendi işime
Aşkın doluları yağdı başıma
Ağu kattı. benim tatlı aşıma
Ummanlara garkeyledi sel beni
dörtlüğüle bize halini anlatırken onun nasıl kıvrandığını adeta
görüyoruz.
Pir Sultan Abdal'ım kırklar yediler
Bu yolu erkânı böyle kodular
Allah verdiğini almaz dediler
Bana verdiğini aldı neyleyim
***
Sen seher yelisin diğer gelmezsin
Gelirsen de bize bâki kalmazsın
Seni uçuranlar murad almasın
Seni kim uçurdu gölünden sunam
Pir Sultan Abdal der cemâlin güzel
Aradım bulmadım bir haber yazar
Şimdi senin ismin cenneti gezer
Kalma bizim için yolundan sunam
dörtlükleri, Pir Sultan'ın bir sevgiliden ayrıldığını, bir ölüm gördüğünü de anlatıyor.
İnancında, duygusunda, ifadesinde, her şeyinde samimi olan Pir Sultan, bilhassa başından geçenleri anlatırken büsbütün
şairleşir.
Hasılı o, kâh sarı tanburasına hitab eder, kâh turnalarla konuşur, kâh çiğdemle söyleşir. Bazan ölümü anar, dünyanın
yokluğunu söyler, bazan Yıldızdağı'nın dumanından bahseder, bazan da:
Bir güzelin aşıkıyım ağalar
Anın için taşa tutar il beni
Gündüz hayalimde gece düşümde
Kumdan kuma savuruyor yel beni
diye sızlanır, işin sonunu şöyle anlatır:
Ağaçlarda yeşil yaprak
Bastığımız kara toprak
Yer altında kefen yırtmak
Başımızdan geçer bir gün
Pir Sultan'ım döşümüzde
Irak değil karşımızda
Baykuş mezar taşımızda
Dertli dertli öter bir gün
Hayatiyle hayata bağlılığını gösteren Pir Sultan, ölümden bile bahsederken yaşama aşkını duyurur. Kuzusunu kurt
kapmış koyunla ağlar:
Koyun sen şurada kuz'lamadın mı
Sağını solunu gözlemedin mi
Aç kurt gelir deyü gizlemedin mi
Gel koyun meleme vazgel kuzundan
Dereye aşağı gider kurt izi
Kurt ağzında gördüm bir körpe kuzu
Seversen Mevlâyı ağlatma bizi
Gel koyun meleme vazgel kuzundan
der, öküzün değerini bilir, onu bir arkadaş, bir yardımcı
kardeş gibi sever ve çiftçiye öğüt verir:
Öküzün damını alçacık yapın
Yaş koman altında kuruluk sepin
Koşumdan koşuma gözlerin öpün
İreçberler hoşça tutun öküzü
İlkbaharda ağaçlara bakar:
Çiçek açar domru domru dal verir
Kimi uzar birbirine el verir
Kimi meyva verir kimi gül verir
Kuşlar üstünde dillenir ağaçlar
der ve sarı tanburasına sarılıp çalmaya koyulur:
Öt benim sarı tanburam
Senin aslın ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme
Kırmızı gül ağaçtandır
Artık biz de susalım, sözü ve sesi ona verelim, onu dinliyelim.
ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI
Pir Sultan Abdal, Abdülbâki Gölpınarlı, S. 14-20

ŞİİRLERİ